Kadın meselesinin sorunsallığı

Kadın meselesi, geçmişten günümüze en çok tartışılan meseleler arasında yer almaktadır. Kadının, erkekten farklı olarak toplumda muhtelif rollere sahip olması, bu tartışmaların çerçevesini belirlemektedir.

Kadın meselesinin sorunsallığının yaklaşık olarak Tanzimat’la başladığı ifade edilebilir. Osmanlı’nın yenileşme çabalarından biri olarak gösterilen bu zaman diliminde, birçok değişim yapılmış, kadınlar da bunlardan nasibini almıştır. Cumhuriyet’le birlikte bu süreç devam etmiş toplumun ilerleyemeyişi kadın meselesi ile gündeme getirilmiştir. Medenîleşmenin, kadının kıyafeti, giyinmesi ve çalışma hayatına katılması ile olacağı ön görülmüştür. Fakat istenen netice hâsıl olmamış ve 1930’ların ortalarına gelindiğinde kadının anne rolünün geri planda bırakıldığı görülerek, anneliğin ve ev hanımlığının kadının esas vazifesi olduğu, dönemin söz sahipliğini yapan erkek yazarlar tarafından dile getirilmiştir. Kadının açılması işi çözmemiş, hatta zaman olmuş bir problem hâline gelmiştir. Dönemin dergilerinde bu problemi görmek mümkündür. Uzun mantolar ve eteklerin giyilmesi moda hâline getirilerek açıklık biraz daha önlenmek istenmiştir. Kadının medenîleşmesi toplumun medenîleşmesi ile eş değerde görülmüştür. Batı örnekleminde bir toplumun oluşturulma çabası ile kadınların Batı’daki hemcinsleri ile ayniyet kesp etmesi için ne gerekiyorsa yapılm ıştır. Dikkat çeken husus, değişimler yapılırken kadınların inkılapları yapan kurucu kadro arasında yer almayışıdır. Bu durumun esasen bizleri, Osmanlı’da kadın meselesini gündeme getirip tartışmaları yapan erk zihniyetinin devamı olduğu sonucuna götürmektedir. Kadın meselesinde erkeklerin çözüm arayışına girerek bu konuda en çok onların konuşuyor olması, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalarak devam eden bir anlayışın ürünü olmaktadır.

Bu durumun farkında olan kadınlar, hak arayışlarını, toplumda yer edinme çabaları ile seslerini duyurmaya çalışmalarını Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdürmüştür. Dikkat edilmesi gereken nokta, aslında bu hakları kadınlara İslâm’ın 1400 sene evvelden vermiş olduğudur. İslâm’ın en güzel devri sayılan ve bu nedenle Asr-ı Saadet olarak anılan bu devirde kadınlar, toplumda bir birey olarak var olmuştur. Âyet-i kerîmeler, “Ey insan!” diye başlarken erkek ve kadını muhatap almış, kadın taifesini arka planda bırakmamıştır. “Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri vardır, kadınların da kazandıklarından nasipleri vardır”1 denilerek mutlak mânâda erkek üstünlüğü ifade edilmemiştir. Hucurât Suresi’nde, insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldıkları ve üstünlüğün ancak takva2 ile olduğu belirtilmektedir. Nisa Suresi’ndeki ifadede ise, “bazı özelliklerden dolayı bazılarını üstün kılması” söz konusu edilerek fıtrî bir ayrımın göz önünde bulundurulduğu görülmektedir. Bunlar arasında Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, erkeklerde cesaret ve sahavet, kadınlarda emniyet ve sadakat üstün gelmiş hasletlerden bazılarıdır. Bu hasletlerin kişide bulunması ile ancak Allah katında bir üstünlükten bahsedilebilir. Yoksa İslâm’da, Yahudilik’teki gibi, kadının erkeğin bir buçuk metre arkasından geldiği, anlayışı hâkim değildir. İslâm, kadının hak ve hürriyetlerine insan hak ve hürriyetleri bağlamında yer vermiş ve bu yeri muhafaza etmiştir.

Resulallah’ın (asm) mescitte vaaz ederken erkek-kadın ayrımı gözetmeyerek bütün insanlara hitap etmesi de âyetlerdeki söz konusu durumu doğrulamaktadır. Hz. Ömer, mehirin çok verilmesi hususunda sinirlenip azaltılması gerektiğini ifade ettiğinde, bunu dinleyen kadınlardan birinin çıkıp, âyette geçen “kantar kantar verdiğiniz mehirlerden”3 ifadesinden Allah’ın bu konuda sınır koymadığını belirterek karşı çıkması, kadınların kendi haklarını arama hususunda hassas olduklarını bizlere göstermektedir. Kadınlar toplumda, medenî haklara sahip olmakla birlikte aynı zamanda siyasî olarak da söz sahibidirler. Bu durumu, Hz. Ebubekir’in, Resulallah’ın (asm) vefatının akabinde halktan mescitte biat alırken ayrıca kadınların da biatını alması teyit etmektedir. Öte taraftan İslâm’ın kadın ve erkeğe eşit haklar tanımayışının altında pek çok hikmetler ve bir o kadar güzellikler barınır. İslâm dini, diğer beşerî kanunlardan farklı olarak tüm zamanlara hükmeden Cenab-ı Allah tarafından hiçbir alanda boşluk bırakmayacak şekilde adaleti sağlaması ile ön plana çıkmaktadır. Eşitliğin adalet demek olmadığı, bizim de zaten eşitliğe değil adalete ihtiyacımız olduğu göz önünde bulundurulursa İslâm dininin en mükemmel kanun koyucu olduğu anlaşılır.

Durum bu şekilde gayet vâzıh iken “Allah, insanların kimini kimine üstün kılmıştır”4 âyet-i kerî mesinin devamında zikredilen erkeklerin ev yönetiminde üstün olmaları, toplumsal olarak yanlış anlaşılmış, erkeğin her anlamda üstün olduğu kanısını ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda bakıldığında kadınlar hakkında herhangi bir meselede en çok erkeklerin konuşuyor olması söz konusu olan üstünlükle ilişkilendirilebilir. Fakat Seyyid Kutup’un da ifadesi ile bu üstünlük aile yönetiminde, Cenab-ı Hakk’ın erkeği vazifeli tayin etmesiyle sadece ailede söz konusudur.5 Bu durumun mutlak üstünlük diye anlaşılması ve bu minval üzere intişarı kadın hakkındaki konuşmalarda, ataerkil zihniyetin ağırlığını hissettirmesine neden olduğu varsayımında bulunulabilir. Kaldı ki, bu durum yalnız bizim toplumumuzda değil, örnek gösterilen Batı toplumunda da yakın zamanlara kadar hâkim vaziyettir. Neredeyse 19. yüzyıla kadar bu anlayışın hüküm sürüdüğü görülmektedir. Rousseau’nun Emil adlı yapıtında, meşhur Locke’n söylemlerinde bu ifadelere rastlamak mümkündür.

İslâm’ın kadın hakkındaki hükümlerinden anlaşılanın aksine, ilerleyen süreçlerde, kadınlara verilen bu hakların farklı anlayışlara kurban edilerek ellerinden alındığı, onlara dayatılan davranışların dinin emri gibi anlaşıldığı görülmektedir. Osmanlı’da kadınlar hakkında genel olarak hedef gösterilen durumların, bu düşüncenin ürünü olduğu söylenebilir. Kadınların evlerine hapsedilme meseleleri, akıllarının kısa oluşundan dolayı muhatap alınmamaları, sadece feminen bağlamındaki hususiyetlerine dikkat çekilen varlıklar olarak algılanmaları birçok sorunu beraber getirmiştir. Giydikleri feracenin kumaşından geçecekleri sokaklara kadar konuşulan meselelerin, bir dönemin tartışma konusunu oluşturması bu sorunlardan bazılarıdır. Tartışmanın konusunun hanımlar olması bir yana kadınların bu tartışmaya dâhil edilmemesi ironik bir hadise olarak karşımıza çıkmaktadır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayına başlayan kadın konulu süreli yayınları çıkaran neşriyat sahiplerinin kadın olmaması bu tezi doğrulamaktadır. Kadın hakkında yazanların ve bu sorunu tartışanların çoğunluğunun hâlâ erkekler olması, meselenin belki de tazeliğini muhafaza etmesine neden olmaktadır. Kadınların, içinde bulundukları problemlere daha iyi çözümler getireceği dikkatlerden kaçıyor olmalı ki, mikrofonun onlara uzatılmadığı görülmektedir.

Erkeklerin kendileri hakkında konuşulacak birçok meselesi olmakla beraber, kadın meselesini konuşuyor olmaları, anlaşılması güç bir hadise olarak önümüzde durmaktadır. Bir erkeğin, ailesinde eş, baba, evlat rollerinin yanı sıra toplumda pek çok rol üstlenmesi, birçok sorumluk alması, çözülmesi gereken bir takım sorunları beraberinde getirmektedir. Bu sorunların üzerine yoğunlaşıp bu konular hakkında fikir teatisi yapmak, kadın meselelerini tartışmaya biraz ara vermek belki de toplumun geleceği için rahatlatıcı bir fonksiyon icra edecektir.

Dipnotlar:
1) Nisa Suresi: 32
2) Hucurât Suresi: 13
3) Nisa Suresi: 20
4) Nur Suresi: 34
5) Seyyid Kutub, Fî Zılal-il Kur’an, İstanbul: Dünya Yayınları, c. 3, 1989, s. 66.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*