Tarih

Atlasları getirin!
Tarih atlaslarını!
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
(Yort Savul-Ece Ayhan)

Tarih hayatın öğretmenidir. Bu deyiş eski Romalılarındı. “Historia est magistra vitae.” Tarih, uyanılması en zor kâbustur. “Tarih, uyanmaya çalıştığım bir kâbustur” diyen de romancı James Joyce. “Geçmiş her yeni gün uyandığımız bir rüyadır” belki de… Bediüzzaman ise, “mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz” diyor. Ona göre; “Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir.” (Hutbe-i Şamiye)

Goethe’nin “Tanrı’nın gizemli atölyesi” dediği tarihe, Taha Akyol, aynı piyesin sürekli tekrarlanabileceği sabit bir tiyatro sahnesi değildir “aynı piyesin sürekli tekrarlanabileceği sabit bir tiyatro sahnesi değildir” diye tarif getiriyor. “Tarihte asıl sahneler esaslı surette değişmektedir. İşte birkaç bin yıllık geleneksel tarım toplumu ile sanayi toplumunun hukuku, siyaseti, kurumları, zevkleri, yaşantıları hatta ilim anlayışları bile farklıdır” diyor.

Elias Canetti ise “Kurtarılmış Dil” de, işte tarih buydu benim için; göllerin birleşmesi, diyordu. “Bundan önce tarih marih yoktu, zaten tarih, benim için tarihin gerçek tarih öncesini, Yunanlıları öğrenmekle ortaya çıkmıştı.” Kendi insanlarından uzakta, iletişimden yoksun bulundukları sürece nerede oturdukları fark etmiyordu, yeter ki minik bir göl ya da herhangi bir su bulunsundu ellerinin altında; kim olduklarını kimse öğrenemeyecekti; onlardan geriye kalmış ne kadar çömlek kırığı, ne kadar ok parçası, ne kadar kemik bulunursa bulunsun, fark etmezdi. Cemal Kafadar da “Kendine Ait Bir Roma” ya şöyle giriş yapıyor: “Tarih yazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur. İyi de, bu bir beyan; altını doldurmak, hakkını vermek, neyin ne olduğunu bilmek kolay mı? Tarih Cilveli, Hürriyet efsunkâr, zulüm kurnazdır. İnsanlığın geçmişi, içinden zulüm çıkan nice hürriyet mücadelesiyle dolu değil midir? Birilerinin hürriyeti başka birilerini dışlamanın yolu olarak tecelli edince şaşırıyor muyuz? Ama kokusunu alınca da, hürriyetin neye benzediğini hemen anlamıyor muyuz?”

Büyük insanları tarih içinde incelemek belli ki hatadır. Zamanın ve mekânın gereği ile sınırlamak büyük bir sorundur. Bu nedenlerle büyük insanların, değerlerin günlük siyaset ve devlet kurumlarıyla çatışmaları bir sorun olarak görülmemeli… Tarihte, günün siyaset ve kurumlarıyla tam barışık bir büyük insan neredeyse yoktur. Şu halde, “Nev’i beşerin ahbârını tasvîr, efkârını tenvîr, âsârını takdîr iden; ilm-i târihdir. Eşkâl-i muhtelife de hudûs ve tekerrür iden vekâyi’i târihiyye tedkîk olunursa Dünya içün bir kadem, zaman içün bir bekâ tasavvur olunur” der Abdizade Hüseyin Hüsameddin. Braudel’e göre, tarihin tek olmayan, ama şimdinin ve geçmişin toplumsal yapılarına ilişkin bütün büyük sorunlarını tek başına ortaya koyan, tarihin şu esaslı yolu olan uzun süre üzerinde bir anlaşma sağlanmalıdır. Bu, tarihi şimdiye bağlayan, onları çözülmez bir bütün hâline getiren yegâne dildir. Braudel için tarihçiliği tutkulu kılan yegâne şey, onun değişimlerin veya geleneğin, arızî durumların, çekincelerin, reylerin, suç ortaklıklarının veya terklerin karşısında ve onlarla birlikte göz önünde örülmekte olan hayatlarına ilişkin açıklamalar getirmesidir. Bediüzzaman da “Mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir.” (İşârât-ül İ’caz) diyecektir. Tarihte zaman üzerine ise Bediüzzaman şu açılımı yapar: “Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakkî içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.” (Tarihçe-i Hayat)

Gelinen zaman mevkii ile ilgili Braudel, Tarih Üzerine Yazılar’ında Emmanuel Le Roy Ladurie’ye geçerken takılmak üzere bir “istatistik tarih”ten söz ederken, “geleceğin tarihçisinin ‘programcı olacağını, yoksa tarihçi olamayacağını’ iddia etmenin herhangi bir gerekçe taşıyacağından kuşkuluyum” dese de asıl ilgilendirenin programcının programı olduğunu söylüyor; “şu an için şu veya bu şantiyenin mükemmelleştirilmesinden çok, insan bilimlerinin bir araya toplanmasını hedeflemeleridir.” Bu arada “Acaba enformatik sayesinde ortak bir dil kurmak mümkün müdür?” diye soruyor. Braudel için de yarının tarihçisi bu dili imal edecektir, yoksa tarihçi olamayacaktır.

Zygmunt Baumann ise, şu sonuca vardım şahsen, diyordu bir söyleşide: “Aslında tarihsel gelişim çizgisi düz değildir, doğrusal bir yol değildir. Gelişim doğrusal değildir; gelişim sarkaç gibidir. Öncelikle 70-80 yıl önce Sigmund Freud günümüz kadın ve erkeklerinin sorunlarını zaten yazdı. Bu sıkıntıların biraz daha güvenlik sağlamak için çok fazla özgürlükten vazgeçmeleri gereğine dayandığını söyledi. Bugün Freud tam tersini söylerdi, kadın ve erkeklerin tüm psikolojik sıkıntılarının, sorunlarının, zayıflıklarının daha fazla özgürlük elde etmek için güvenlikten vazgeçmeleri gereğine dayandığını…” Yani sarkaç diğer yana doğru döner, fikrindeydi.

Elbette tarih insanları belirsizlikten kurtaramıyor. İbret almak ve güç almak için geçmişin hadiseleri bilinir ve bilinmelidir. Tarihi geçmişin figürlerini günün aklıyla bugüne getirmek, roman gibi kurgusal bir nazara mahkûm edebiliyor. Hâlbuki hayâlen o zamana gitmek ve olaylar ve kişileri görmek gerekiyor. Bunun için hayâlen bir zaman makinesi ile cesetten tecerrüt etmek evlâdır. Tarih kitaplarında bir işlev bulamadığı dönemlerde; meselâ san’at, bağlamından çıkıp süs unsuru olmuştur. Doğrusu, şiir de not düşmek, hikâye hakikate basamak için olmalıydı. Roman gibi nazar ise, tarihi yeniden yazmakla meşguldür. Kişilerin toplumun ve insanlığın tarihini kendi gerçekliğinde yeniden üretir. Bu, karakterleri birer dönüştürme zorunluluğundan da kaynaklanıyor olabilir. Ya da karşıtlıklar, kişilikler ve münferit olaylar, zaaflar, anlık refleksler ve tepkiler gözlüğüyle okumak, kişilikleri sorgulama, saldırma, taraflar oluşturma, muhalefet ve iktidar ayrımından bakmak… Ahmet Altan bu nedenle: “Edebiyat çok daha özgürdür tarihten… Bu yüzden tarihi gerçekleri edebiyat daha net gösterir” demişti. Hatta siyer-i nebî de roman gibi insan ilişkileri bağlamında zaaflar, hatalar ve insanî hırslar çerçevesinde okunursa, örneğin sahabeleri, mânâyı bulamadan mâlûmat çöplüğünde dedikodu malzemesi içinde kirletebilecektir. Sahabe ne demektir, anlamı nedir, mü’minler için anlamı nedir, yaşananlar bu anlamın neresindedir, hataları neresindedir, kişisel zaaf ve sorunları ne kadar yerindedir? Bu bağlamı Bediüzzaman şöyle güncele taşıyor:

“Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle: Riyayı şan ü şeref ile iltibas etmiş. İnsanları da o pis ahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyaya öyle alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi milletlere hattâ unsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyaya dellâl, tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ünvanı altında unsurî hayatlara feda edilmektedir.” (Mesnevi-i Nuriye)

Siyer merkezli bir tarih ihtiyacını ise Bediüzzaman şöylece yerine koyuyordu:

“Derim: İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve maneviye olan nev’i beşerdeki nizamatın, hem de hâsiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok enva’ın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir: Birincisi: “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: Nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca’ etmekle hâsıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip, san’atıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin muvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi: Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gadabiyesidir…” (Muhakemat)

Canetti, “Kitle ve İktidar”ında şu fikre ulaşmıştı: “Dünyayı tarihsel olarak görme alışkanlığımdan kurtulabilmek için neler vermezdim. Tarihsel bakış açısına karşı itirazının yöneldiği nokta, yalnızca indirgemecilik değildir; aynı zamanda ölüme karşı bir protestodur. Tarihi düşünmek, ölüleri düşünmek anlamına gelir; aynı zamanda ölümlü olduğunun insana sürekli hatırlatılması anlamına gelir.” Canetti’nin düşüncesi -Canetti- ölmek istemez.

Jean-Baptiste Michel, Tarihin Matematiği’nde iddia ettiği gibi, insanoğlunun yaptıklarının matematiksel olarak ölçülmesinin imkânsız olduğuna dair bir inanış var. “Fakat bence bu doğru değil” diyor. Bazı durumlarda matematiğin tarihsel güçleri açıklamamıza ve açıklamalar önermemize yardımcı olduğu bile oluyor. Aslında oldukça bilindik bir düzenlilik var. 100 kat daha öldürücü olan savaşlar 10 kat küçük oluyor. Buna bakınca “Altı Gün Savaşları” kadar öldürücü 30 savaş olmuş. Ama bunun 100 katı öldürücü olan savaşlardan 4 tane olmuş. Mesela Birinci Dünya Savaşı…

Nasıl bir tarihsel mekanizma bunu üretebilir? Bu çok bilindik bir özellik… Değerleri karşılaştırmalı olarak değerlendiririz. Işığın yoğunluğu ya da sesin yüksekliği gibi. Mesela bir savaşa 10.000 asker yollamak kulağınıza fazla gelebilir. Eğer öncesinde savaşa 1.000 asker yollandıysa bu göreceli olarak korkunç bir sayıdır. Ama zaten öncesinde 100.000 asker yollandıysa bu sayı fazla gelmeyecektir. Hatta göreceli olarak yetersiz, fark etmeyecek bir sayıdır. Gördüğünüz gibi değerleri algı biçimimiz yüzünden savaşlar devam ettikçe savaşa dâhil olan asker sayısı ve ölen asker sayıları artacaktır, hem de 10.000, 11.000, 12.000 gibi düz bir çizgide değil katlanarak artacaktır. 10.000 sonra 20.000 sonra 40.000 bu da daha önceden bildiğimiz durumu açıklıyor.

Yani aslında matematiğin bireysel olarak zihnimizde bulunan bir özelliği, yüzyıllar boyunca kıtalar arası düzeydeki uzun dönem tarihsel desenleri ortaya döküyor olması. Önümüzdeki dönem bu tür örnekler daha çok kullanılacak, bunun sebebi tarihsel kayıtların büyük bir hızla dijital ortama geçiyor olması. Tarihin başlangıcından beri yazılmış yaklaşık olarak 130 milyon kitap bulunuyor. Google gibi şirketler bunların birçoğunu dijital ortama aktardı. Aslında 20 milyondan fazlasını ve tarihsel bilgiler dijital ortamda erişilir oldukça tarihimizdeki ve kültürümüzdeki yönelimleri matematiksel olarak analiz etmemiz de hızlıca ve rahatlıkla mümkün olabiliyor. Bana göre, önümüzdeki on yılda pozitif bilimler ve beşerî bilimler insanlık hakkındaki daha derin sorulara cevap bulabilmek için birbirine yaklaşacak ve matematik de bunun yapılmasını sağlayan önemli bir dil olacak. Tarihimizdeki yeni yönelimleri ortaya koyabilecek, bazen bunları açıklayacak, hatta bazen gelecekte olacaklar hakkında öngörülerde bulunacak.

Mary Beard, Spqr’de, Antik Roma tarihini anlatırken, ilgili metinlerin, büyük ölçüde Ortaçağ keşişlerinin gayreti sayesinde ve bazı felsefe eserlerini ve bilimsel malzemeleri Arapça’ya çeviren Orta Çağ Müslüman bilim insanlarının önemli katkısıyla ulaşmıştır, demekten kendini alamıyor. Zaten bir History Channel belgesinde Norveç anlatılırken, bir dönem buraların kendi halkı ve Türk tacirler dışında bilinmeyen yerler olduğu söylenmişti. Bediüzzaman, yine de: “Maziyi müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı müşebbittir.” (Muhâkemat) diyor.

Sonuçta: “Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet, müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ: Arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da, o âyinenin içindeki timsaller ile uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman: ‘Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarab değil serabdır. Bunlar ile uğraşmak, azb değil azabdır’ der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikatta bulunmaya başlar.” (Mesnevi-i Nuriye)

Winston Churchill’in dediği gibi belki de: “Ne kadar geriye bakabilirsen, o kadar ileriyi görürsün” Ancak seferde olduğunu unutmadan, ileriye yol alarak…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*