Tüm camiler benim

Bu ay Eskimez Yazı’da ne varmış diyenler, gelin gezmeye çıkıyoruz. Biraz deniz göreceğiz, önümüze çıkan camiye girip, gördüğümüz yazıları okuyacağız.

Gezinin ilk ayağı elbette evden dışarı adım atmakla başlıyor. Kolay gelse de çok sık yapılan bir etkinlik değil. Adımlar adımları takip ediyor, gerekirse otobüse binip Vefa’da iniyoruz. Bundan sonra yürüyeceğiz. Vefa’dan Eminönü’ne doğru seyrediyoruz. Rotamızı, yol üzerinde gördüğümüz camiler belirleyecek.

Önce Şeb Sefa Hatun Camii ilişiyor gözümüze, bahçesine giriyoruz. Sakin ve yeşil bir yer. Güzel de bir kedisi var, okşayınca mırmırlıyor. Camiin içine girince güzel yazılar ve süslemeleri temaşa edip, iki rekât namaz kılarak mescide selam veriyoruz. Hazire kısmına uğrayıp bir miktar mezar taşı okumaya çalıştıktan sonra da yola devam ediyoruz.

Atatürk Bulvarı’nı bitirip Ragıp Gümüşpala Caddesi’ne saptığımızda sağda Yavuz Er Sinan Camii dikkatimizi çekiyor. Çok küçük bir yapı, İstanbul’un en eski camilerindenmiş, 1484 vakfiyeli olduğu yazıyor. Bir uğrayalım, diye iniyoruz basamaklardan. (İniyoruz, çünkü zemin yükseldiği için cami aşağıda kalmış.) Ama ne var ki kapı kapalı, üstelik birkaç adam kapısında uzanmış yatıyor. Oruç çarpmış olabilir. Geldiğimiz gibi geri çıkıyoruz.

Aa, bakın yolun karşısında beyaz bir cami var. Hemen gidelim. Bahçeye girip önce dört tarafını bir geziyoruz. Abdesthâne var, ama abdest almak 1 lira. İlginç bir uygulama olmuş. Camiin içine girdiğimizde paspasla trabzanların tozunu alan bir abiyle karşılaşıyoruz. Hani okulda hademe amcalarımızın kullandığı beyaz büyük paspaslar olur ya, onunla.

Tekrar dışarı çıkıyoruz. Bahçede, adını bilmediğim çiçek açmış ağaçlar var. Ve çiçekler üstünde arılarla bir tane de kelebek. Yalnız bu arılar da damaklarının tadını iyi biliyor, hemen gelmişler bal-çiçek kokusuna. Son olarak akmayan çeşmesini ve kitabesini inceleyip çıkıyoruz Süleyman Subaşı Camii’nden.

Büyük ağaçların serin gölgeleri altında ilerlerken gözümüze karşı kaldırımdaki cami takılıyor, hemen gidiyoruz. Kaderin sevkiyle görüp, gittiğimiz bu cami meğerse Üç Mihraplı Cami imiş. Daha önce adını duymuştum, ama hiç girmemiştim.

Merakla kapısını açmaya uğraşıyoruz, ama açılmıyor. Vazgeçmeyip bekçi amcaya sorduğumuzda kapıyı açıyor. Gerçekten üç tane mihrap var. İlk yapıldığında tek mihraplı olan camiye daha sonra genişletme yapılırken hem arsa sahibi hem de Fatih’in gelini adına birer mihrap daha eklenmiş ve yapı bugünkü hâlini almış. Bu camiye de iki rekât namazla selam verip yola devam ediyoruz.

Ana yoldan hafif içerilere sapıyoruz. Kantarcılar Camii karşımızda. Dışarıdan sade bir mescit gibi gözüküyor, ama içerisi çok güzelmiş. Dört duvarı masmavi, birbirinden güzel çinilerle donatılmış. Burada da biraz vakit geçiriyoruz, imam mukabeleye başlıyor. Acaba şimdi çıksak Rüstem Paşa Camii’ne yetişir miyiz ikindiyi kılmaya? Denemeden bilemeyiz. Çıktık yürüyoruz, girişi gördük, merdivenleri adımlıyoruz. Bu camiin de çinilerinin çok güzel olduğunu duymuştum. Ayakkabılarımız ellerde içeriye adım atıyoruz ki, çok alışmadan geri çıkıyoruz. Hem cami tadilatta, hiçbir kısmı gözükmüyor hem de amcalar doldurmuş yerleri. Neyse, bir dahaki sefere inşaallah. E ikindi ezanı okunacak, o zaman hedefimiz Yeni Cami!

Ve saflar oluşturuluyor, yüzlerce insan Bir’e yöneliyor. Biz namazımızı kılarken bir kedi geçiyor ayaklarımızın önünden. Gün hitama eriyor, bir âlem de bugünle birlikte ölüyor. Bizse usul usul eve geri dönüyoruz.

Okuyalım: Aşağıda, Hünkâr Kasrı’nda sergilenen “Cüret” adlı sergideki bir tablonun bir kısmını görüyorsunuz. Hadi okuyalım, ne yazıyor burda?

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*