Yaşayış ve davranış tarzı olarak ifade edilebileceğimiz kültür, temelde sözlü ve yazılı kültür olarak ikiye ayrılır. Buna son zamanlarda bir üçüncüsü, ikinci sözlü; bir başka adıyla elektronik kültür de eklenmiştir. Kültüre ilişkin izah ve açıklama yapılacağı zaman bu temel ayrım mutlaka dikkate alınmalıdır.
Sözlü ve yazılı kültürü ayırma yolunda ‘yazı’ en temel ölçek olmakla birlikte ilk yazının bulunuşu ile bu ayrıma gidildiğini söylemek de doğru değildir. Kaldı ki yazının tarihçesinin kesin olarak MÖ. 3000’li yıllar olduğunu söylemek de zordur. Ancak şurası gerçektir ki, sözlü gelenek, yazının keşfine ve sistematikleşmesine rağmen uzunca yıllar devlet dairelerinde bile geçerliliğini korumuştur.
Sözlü kültürün en önemli özelliği, adından da anlaşılacağı üzere söze dayanması ve anonim olmasıdır. Bir arada yaşayan insanlar, yaptıklarını, gelenek-göreneklerini, kanunlarını, edebiyatlarını, tecrübelerini dil aracılığı ile aktarmaya çalışmıştır. Önemli bir noktadır ki, bu aktarımlar; zamana, mekâna, aktarana ve dinleyiciye bağlı olarak değişime uğrayabilir. Yazının pratikteki en mühim katkısı, ilk şekli korumasıdır.
Arabistan’da yazı bilinmesine rağmen İslâm öncesi kültür sözeldir. Bu dönemde en yüksek sanat biçimi ise şiirdir. Şairler şiirlerinde kendi toplumsal işlerini, savaş gibi başarılarını ve soy ağaçlarını övmüşlerdir. Ta ki Kur’ân gelip hayatın merkezine oturana kadar… Belki de o güne kadar Arap toplumu, bilgiyi, kayıt edip taşıyabileceği kadar önemli görmüyordu. Kur’ân’ı ise insanlığa yayması ve taşıması gerekiyordu.1
Kur’ân-ı Kerîm’in muhafaza edilişinin araçlarından biri de yazıdır. Diğer semâvî kitaplar sözlü kültür ortamında aktarılırken kastî ya da gayr-ı ihtiyârî değişime uğramıştır.
Edebiyatın temelinin din olduğu, sonrasında din dışı geliştiği ifade edilir. Sözün de ilk temeli dindir. Yüce Allah Hz. Âdem’in (as) cesedine ruh üfleyince Âdem (as) aksırarak gözlerini açıp “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn!” demiştir.2
Peki, bu söz ve söze bağlı olan kültür ve edebiyat ne olmuştur da zamanla çıkış noktasından tamamen tezat bir noktaya gelmiştir. Bugün bu tarz anlatmaları bizler “mit” olarak ifade edebiliriz. Bu anlatılara zamanla öyle bir noktadan yaklaşılır ki, kültürün en temel kodlarının mitler olduğu, bugün her ne yapmışsak bu mitik anlatmalardan kırıntılar taşıdığı görüşü bazı çevrelerce kabul görür. Psikoloji temelli edebiyatta kuram olma noktasına kadar gelmiş olan ‘arketip’ araştırmaları bu durumu izah eden örneklerden sadece biridir.
Öteden beri, “din mi önce, mit mi önce” tartışmalarını, bu noktadan hareketle, mitik anlatım ve uygulamaları dinin bozulmuş kısımları olarak ifade edebiliriz.
Zira nefis; bilhassa fetret dönemlerinde insî ve cinnî şeytanlardan almış olduğu telkinlerle yanlış teviller ve aktarımlar yapmak suretiyle hakikatten sapmıştır.
İlk önceleri Esmâ-i Hüsnâ’nın tezahürü olarak düşünerek kutsallık atfedilen bazı kişi/varlık ve unsurların, zamanla yukarıda saydığımız etkenlere bağlı olarak tamamen aslından uzaklaştığı görülmüştür. Bununla birlikte din ile hiç ilgisi olmadan kutsallık atfedilen durumlar da var olmuştur.
Mihenk taşımız Kur’ân-ı Kerîm’dir
İlk yorumu siz yazın