Selamünaleyküm çok kıymetli Keçeli okurları. Bu ay, herkesin kitaplığında muhakkak olması ve kesinlikle okunması gereken bir kitapla, kitap yorum/tanıtımlarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Stefan Zweig’in ölmeden önce kaleme almış olduğu son eser olan “Satranç” kitabından bahsedeceğiz.
Bir psikoloji kitabı olan Satranç, okuyucusu üzerinde kalıcı bir etki bırakıyor. Kitabı okuyup, kötü yorumda bulunan kimseyi henüz görmedim. (Gerçek hayatta ve sanal âlemde.)
Şahsî kanaatim; her kitapta mutlaka bir dane-i hakikat vardır, ancak Satranç’ta bu hakikatler oldukça fazla.
Zweig, insan ruhu ve fıtratı üzerine çok doğru tahliller yapmış. Bu yüzden kitabın okuyucuları, psikoloji ilmi ile ilgilensin veya ilgilenmesin, “insan” ortak paydasında buluşuyor. Yazının en başında “herkesin kitaplığında muhakkak olması ve kesinlikle okuması gereken bir kitap” dememin sebebi de bu aslında Keçeli. Çünkü insanı; insanın duygularını, latifelerini, ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçları karşılama çabasını ele alıyor.
Kitabın kaç kere basıldığını bilmiyorum, ama ülkemizde en çok basılan kitaplardan. Birçok yayınevi tarafından basılan kitabın orijinali Almanca. Bu yüzden iyi bir çeviriden okumanı tavsiye ederim Keçeli.
Kitapta 1-1.5 sayfa süren cümle ve paragraflar Risale-i Nur okurlarına hiç yabancı ve zor gelmeyecek. 83 sayfadan oluşan kitabın yalın ve akıcı bir dili olduğunu söyleyemeyeceğim, beyin yakan cümleler, betimlemeler oldukça fazla. Bu da kitabı daha dikkatli okumanı sağlayıp düşünme mekanizmanı biraz daha işlettirecek.
Biraz da kitaptaki hikâyeden bahsedelim. Hikâye, New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde geçiyor. Bu gemide dünya satranç şampiyonu ile hasbelkader satranç dehası olmuş olan biri bulunuyor.
Hikâyenin konusu bu ikili arasında geçen satranç turnuvası gibi gözükse de, asıl konu Dr. B.’nin nasıl satranç dehası olduğu üzerine. Aslında bu hikâye 3 cümle ile özetlenemeyecek kadar çok ayrıntıya sahip, ama fazla bilgi verip kitaba haksızlık etmek istemiyorum.
Hikâye o kadar heyecanlı akıyor ki, ilk 60 sayfayı tek oturuşta okumama rağmen, kitap bitmesin diye son 20 sayfayı birkaç güne yaydım.
Kitaba getireceğim bir eleştiri -ya da belki sadece bir istektir- şu olabilir: Hikâye biraz daha devam edebilirdi, eminim nasıl devam ettiğini birçok kişi merak etmiştir ve belki de bir kısmı kendi zihninde devam ettirmiştir.
Kitapta cümlelerin altını çizerken çok zorlandım Keçeli. Bütün hikâyenin altını çizmek istedim çünkü. Burada küçük bir dipnot düşmek istiyorum: Kitapta yanlış olan bazı şeyler yok muydu? Elbette vardı, ancak “menfiyi (olumsuzu, negatifi) âlemimize almamak, nazara vermemek” düsturu gereği ve bu yanlışlar azınlıkta kaldığı için pek önemsemedim. Dane-i hakikatleri heybeme ekleyip bir sonraki kitabıma başlamak niyetiyle ayracı kitabın sonuna yerleştirdim.
Altını çizdiklerimle baş başa bırakıyorum şimdi seni. Allah’a ısmarladık Keçeli…
Altını çizdiklerim
“Hayatım boyunca tek bir düşünceye saplanıp kalmış, monoman insanların her türü hep dikkatimi çekmiştir, çünkü bir insan kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğa da yaklaşmış demektir; özellikle dünyaya sırt çevirmiş gibi gözüken bu tür insanlar, özel malzemeleriyle kendilerine karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir dünya modeli inşa ederler.”
“Bize hiçbir şey yapmadılar -sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.”
“Fakat sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye başlarlar; onlar da hiçliğe dayanamazlar.”
“Beynimi tazelemiş ve dahası, sürekli düşünmenin disiplini aracılığıyla, yeniden bilenmiş gibi hissetmekteydim.”
“Demek ki satrançta insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur.”
Stefan Zweig, Satranç
adlı hikâyesinde, satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde bireylerin tüm
olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve var olma mücadelelerine dair yaşanan
süreci aktarır. Satranç hikâyesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik
tahlillere meydan veren bir hikâyedir. Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından
tutuklandıktan sonra yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle dünya satranç
şampiyonu olan bir karakterin satranç mücadelesi ele alınır. Hikâyenin belki de en
önemli özelliği kurgu kişilerle gerçek kişiler arasındaki paralelliklerdir. Mekânın
kişinin ruh dünyasında meydana getirdiği çatışmalar ve yönelimler dile getirilirken
kahramanların bağlı bulundukları farklı dünyalar okura birçok yönüyle sunulur.
Yazarın, kitaplarının yakılarak vatanından göçe mecbur edilmesini, kitapta birebir
yaşayan Dr. B.’dir. o da eğitimli, görgülü ve kültürlü bir insandır, ancak dönemin
Almanya’sında istenmeyen bir özelliği vardır: Yahudi olmak! Satranç okunduğunda,
yazarın adeta kendisini anlattığı görülür ve hem kitaptaki karakterin hem de yazarın
hazin sonu da birbirine benzer özellikler gösterir.