Dünyanın gözdesi Ayasofya

Bin yıl kadar kilise ve beş yüz yıl kadar cami statüsünde bulunmuş olan Ayasofya, tam seksen beş yıl boyunca ibadete kapalı durumda bırakıldı. İstanbul’un fethinden itibaren TC döneminde de resmiyette ve kanunlar nazarında hep cami idi; fiiliyatta ise müze…

Zira, 1930’da restorasyon sebebiyle fiilen ibadete kapatıldı ve bir daha da açılmadı, açılması istenmedi. Dahası, açılma teşebbüslerinin hemen tamamı, adeta gizli bir el tarafından hep yüz geri edildi. Bugün gelinen noktada, Danıştay kararıyla fiiliyatta tekrar camie çevrilmiş oldu. İlk cuma namazı 24 Temmuz 2020’da eda edildi. Vatana, millete ve İslâm âlemine hayırlı uğurlu olsun.

Bununla beraber, zihinlere takılan bazı soru işaretleri var. Bu soruların, tatminkâr şekilde cevap bulması gerekiyor. Hem tedbir açısından, hem de kalplerin ve zihinlerin rahatı, huzuru açısından. Kast ettiğimiz hususları maddeler hâlinde şu şekilde sıralamak mümkün:

* Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’na dayanıyordu. Tekrar camie çevrilmesi de, yine aynı yol ve usûl ile olmalıydı. Ancak, farklı bir yol izlendi. Sebebi meçhul.

* 1934 tarihli kararın iptali için, bir dernek tarafından Danıştay’a itiraz edildi. Danıştay itirazı haklı bularak, eski kararnamenin iptaline karar verdi. Cumhurbaşkanlığı tarafından, bu karardan sonra yapılacak çalışmaların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütüleceği ifade edildi. Siyasî iradeyi bağlayacak, mesul tutacak bir adım söz konusu olmadı.

* Gelişmelerin seyri içinde ortaya bir risk, bir kriz çıkarsa, bunu hangi resmî irade göğüsleyecek? Resmiyetin bir tarafında Danıştay, bir tarafında Diyanet var; ancak, hükümet ve meclis işin içinde yok. Oysa, Haziran 1950’de “ezan”ın serbest bırakılmasında, hem hükümet hem meclis meselenin tam göbeğinde yer alıyordu. “Ezan”ın serbestliği kanunu reddedilseydi, I. Menderes hükümeti reddedilmiş sayılacak ve istifaya gitmiş olacaktı. Yani, davanın siyasî irade boyutunda da bir sahibi vardı.

* Ayasofya’nın Diyanet’in uhdesine bırakılmasında da soru işaretleri var. Bizans döneminde Patrikhane’ye değil, doğrudan İmparatora bağlı olan Ayasofya’nın mülkiyeti ve hâkimiyeti Osmanlı döneminde İstanbul’u fetheden hâkime, yani Sultan Fatih’e geçti. Diyanet ise, bakanlık derecesinde bile bir yetkiye sahip değildir. Tek başına krizleri aşamaz.

* Diyanet, ciddiyet arz eden bazı meselelerde sabıkalıdır. Hocaların şapka giymesinde, Kur’ân harflerinin ve hatta “ezan”ın yasaklanmasında siyasî iktidarın günah ortağı oldu. Zamanımızda da, Risale-i Nur eserlerini basıp yayınlayarak milyonları sevindiren aynı Diyanet, ne hikmetse 2-3 senedir bu hizmeti yapmaktan vazgeçti. Öyle ki, bunun sebebini dahi izah etmiyor. Böyle bir Diyanet’e Ayasofya nasıl teslim edilir?

* 1930’da restorasyon sebebiyle 5 yıl kapalı tutulan ve ardından müzeye çevrilen Ayasofya’nın başına benzer şeylerin gelmesi yine ihtimal dahilinde. Bir şey vâkî ise, mümkündür. Diyanet, zuhur edecek iç ve dış baskılara karşı bir irade gösterisinde bulunamaz. Bunun için bir siyasi irade lâzım.

* Yakın tarihte mühim meselelerde yaşanan U dönüşleri, inşaallah Ayasofya meselesinde olmaz: Çözüm Süreci, Mavi Marmara hadisesi, Risale-i Nur hakkındaki bandrol engeli ile Risale-i Nur’un devlet tekeline alınma teşebbüsleri ve bu meselede Diyanet’in tutarsız, istikrarsız tutumu gibi hususlar, ister istemez düşündürüyor.

* Cuma, bayram ve vakit namazlarının kılınması için Ayasofya’da ciddi bir restorasyon çalışmasının yapılması zarurîdir. Bu hâliyle, süreklilik mümkün görünmüyor. Restorasyon işlemi için de ciddi tedbir alınmalı ki, mesele savsaklanmasın.

Ayasofya’nın hakkı, milletimizin hakkı elinden alınmıştı. Bu hak, inşallah tekrar iade edilmiş olacak. Tek dileğimiz, diğer hayatî meselelerde olduğu gibi yol kazalarının yaşanmaması ve U dönüşlerinin yapılmaması.

Bu hatırlatmalardan sonra, gelelim Ayasofya ile ilgili diğer iç ve dış bağlantılara. Ayasofya’nın bilinenleri kadar, hem içe hem dışa hem tarihe hem günümüze bakan bilinmeyen yönleri de var. Bilinen yönleri herkese açık: 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle birlikte, burası da kılıç hakkı ve fethin sembolü olarak camie çevrildi. Diğer bütün kiliselerden farklıydı. Aynı zamanda bir hâkimiyet sembolüydü. Dolayısıyla, mâbedin tapusu da Bizans imparatorundan Osmanlı imparatoruna devredilmiş oldu.

Aradan beş asır geçti ve buranın statüsü fiilen değiştirilmiş oldu. Kanunî olarak değil de, 1934’te şaibeli bir kararnâme ile müzeye çevrildi. O tarihten sonra, Ayasofya fiiliyatta ne cami idi, ne de kilise. Esas tuhaflık da burada. Şöyle ki, kilise yapılsa Hıristiyanlar memnun olacak, cami yapılsa Müslümanlar sevinecek. Peki, müze olmasından dolayı kimler sevindi, yahut seviniyor? İşte, meselenin önemli bir noktası da burası. Ne var ki, bu noktaya hiçbir yetkili çıkıp da açıklık getirebilmiş değil. O hâlde, perde gerisinde başta türlü hesaplar ve planlar da var demektir. Bunun bilinmesi lâzımdır ki, yeni bir gaile çıkarılmasın.

Ayasofya meselesi, gündeme ciddiyetle geldiği hemen her defasında, iç kamuoyunda bir heyecan dalgası uyandığı gibi, dış dünyadan da kitleler üzerinde mâkes bulan sesler yükselmeye başlıyor. Bu noktada, kendini Bizans’ın (Doğu Roma’nın) bakiyesi olarak gören Yunanistan ile Rum Patrikhanesi’nin ruh hâlini anlamak kolay. Keza, Batı Roma’nın merkezi olan İtalya ve Katolik merkezi Papalık’tan yansıyan rahatsızlığı da anlamak zor değil. Haydi, aynı kategorinin içine kısmen de olsa Ortodoks görüntüsü veren Rusya’yı da dahil edelim. Ama, hepsinden daha ileri derecede ABD ve İngiltere’den yükselen itirazları anlamak veya onlara hak vermek pek mümkün görünmüyor. Dahası, onların itirazını ve rahatsızlık sebebini anlamak hiç kolay olmasa gerek.

Demek ki, derinlerde bir şeyler var: Bunlar, “devlet sırları” kabilinden şeyler mi, “devletlerarası gizli anlaşmalar” mı, yoksa daha başka bir şey midir, nedir? Her ne ise, illa ki gizli-kapaklı bir şeyler demektir.

Bunlar, Lozan gizli görüşmeleriyle veya 1930-34’lerde Türkiye ile İtalya-İngiltere blokunu savaşın eşiğine kadar getiren olaylar zinciriyle bağlantılı gizli anlaşmalar olabilir.

Ayasofya meselesinde, dış sebepler, Hıristiyan’dan çok İsevilerle dinî noktadan yapılacak görüşmeler de müsbet mânâda netice verebilir. Zira, onların da hakikî dindar ruhanileri, Ayasofya’nın müze yerine ibadethane olmasını tercih ederler. Keza, Türkiye’deki Hıristiyan Ermeniler de öyle…

İslâm âlemi ve Türkiye’nin Müslüman toplumu ise, mutlak çoğunluk itibariyle buranın fetihten sonraki beş asırlık cami statüsüne çevrilmesini istiyor. Üstelik, bundan hiçbir taviz verilmeksizin, Fatih’in bir emaneti olarak aslına sadık kalınarak mabet olmasını arzu ediyor. Bu meselede önem kazanan nokta şudur: Haziran 1950’de Ezan-ı Muhammedî nasıl ve ne şekilde serbest bırakıldı ise, yine aynı inanç, aynı samimiyet ve irade kuvveti ile Ayasofya için de ciddi adımlar atılabilir. Başka türlü formül arayışlarıyla ideal mânâda, kalıcı ve güvenilir şekilde netice alınması zor görünüyor.

Büyük dâvaların büyük bedelleri olur. İstanbul’u ve Ayasofya’yı almak için çok ağır bedeller ödendi. Tekrar edelim ki: Bir dâva bedel ödeyenin ve bedel ödemeye hazır olanındır. Başka türlü manevralarla büyük ve kudsî dâvaların kalıcı, yahut uzun ömürlü şekilde kazanıldığı pek görülmüş değildir.

Fotoğraf: Erhan Akkaya

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*