Lokman Hekim’in oğluna nasihatı:
“Horoz senden daha akıllı olmasın
O sabah erkenden zikrini yapar.”
İmam Şâfii: “İlim fayda veren (üzerinde çalışılan) şeydir, ezberlenen değil” demiştir. “Hayli müşkildir kişi, terk eylemek mu’tâdını” diye bir söz vardır. Mutad olan alışkanlıklar, rutin, gündelik durumlardır. Alışkanlıklardan (ünsiyet) ve daha zorlusu takıntı veya bozulmalardan kurtuluşun yegane çaresi çalışmaktır. İman, imkânı çalışma ile sonuçlandırır. “Murrü’s-sa’yi ahlâ min aseli’l-kesel” (Çalışmanın acılığı tembelliğin balından daha tatlıdır) denmiştir. “Cehd eylemek (çalışmak) lâzımdır. İdmanı sen bir gün terk edersen, ol seni yirmi gün bırakır.” Osmanlı devri tarihçilerinden Şeyhülislam Kemalpaşazâde’ye göre de kişinin değeri çalışması ile anlaşılır:
“Kuru yaş ile âdem baş olmaz
Kişiden iş sorulur yaş sorulmaz.”
Cehd (çalışmak) demek olan cihad, kadın-erkek her Müslüman için farzdır. En büyük cihad ise nefsiyle olan cihaddır. O hâlde, en büyük çalışma insanın kendisi için olan çalışmadır. Mehmet Kaplan, Orhan Okay’a yazdığı mektupta şöyle demiştir:
“Etrafa değil kendine, yapılacak vazifelere bakmak lâzım… Her sabah saat beşte kalkmak, okumak, yazmak, tercüme etmek, derslerini yapmak ve başkalarıyla mümkün olduğu kadar az konuşmak. Çünkü düşünce inzivada ve kitaplarla gelişir.”1
“Acıya en iyi çare çalışmaktır” deniyor, “Sherlock Holmes’un Dönüşü”nde. “Yorgunluk Kasidesi”nde (Ode à la fatigue), Eric Fiat, yorulmak bilmez kahramanlar talep eden bir toplumda; huzurlu bir uykuyu, mütevazı, cesur ve hayâlci kılan yorgunluğu anlatıyor. Bir yanda işini çabucak gören azizler varken, diğer yanda, robota dönüşen azizler vardır. Yunus Emre gibi, ballar balını bulanlar, işi kolay kılıp; uzun süre duraksamadan ve sadece bir tekkeye odun taşımak vardır.
Tembellik, önceden yorulmaktır ya da yorgunluğun öncelenmesidir. Antropolog David Le Breton, çok sayıda insanın, denemekle kendilerini tükettiklerini, yok olma eğilimine kapıldıklarını tespit eder. “Tembellik ahlâksızlığın anasıdır” Payot’a göre. Bediüzzaman da benzer bir yorumla; “Sıkıntı, sefahetin muallimidir”2 der.
Teknolojinin getirdiği nimetlerin, ne kadarı işi kolaylaştırmaya ne kadarı tembelliğe sebeptir? Ne kadarı insanın asıl ihtiyaçlarının karşılanmasına ne kadarı zevk ve eğlenmeye harcanır? Ne kadarı hakikat ne kadarı hevestir? Bediüzzaman için bu sorular hayatî önemdedir; çünkü insanın hem rutinini hem de gaye-i hayâlini ele geçirecek bir yayılım çizgisini hedef alır. Şöyle açıklıyor:
“Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.
“Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’ân’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.”3
1913’te Fransız Mühendis Maximilian Ringelman’ın keşfettiği “Ringelmann Etkisi” ya da “sosyal aylaklaşma” denilen bir etki var. Buna göre Ringelmann, bir grup erkeğe halat çektirip her birinin harcadığı gücü ölçtü. Ortalamada, birlikte halat çeken iki kişi, tek başlarına çekerken harcadıkları gücün sadece %93’ünü, üç kişi çekerken %85’ini, sekiz kişi birlikte halat çekerken de ancak %49’unu harcıyordu. Bu etki, bireylerin performansları doğrudan görülemez olduğunda, grubun içinde kaynadığında ortaya çıkıyordu. Bireysel performanslar azalmasına rağmen, ilginç olan, performansın sıfıra düşmemesi. Çünkü sıfır performans göze batar, gruptan dışlanma ya da ismimizin lekelenmesi gibi sonuçları da beraberinde getirir. Aylaklığın ne dereceye kadar göze batmadığı konusunda hassas bir algı gelişmiş olabilir. Sosyal aylaklaşma sadece fiziksel performanslarda ortaya çıkmaz. Zihinsel olarak da aylaklık yapılır, örneğin toplantılarda. Ekip ne kadar büyükse kişisel katılım o derece zayıf olur.
Japonların endüstri mu’cizesini mercek altına aldılar ve şunu gördüler: Japon fabrikaları takımlar şeklinde örgütlenmişti. Bu model aynen kopyalandı, ancak Japonya’da gayet iyi işleyen şey, farklı düşünen Amerikalı ve Avrupalılar’da aynı boyutta tekrarlanamadı. Bunun sebeplerinin Batı’daki ahlâk anlayışı ile ilişkili olabileceği söylenebilir. Sosyal aylaklaşma, gruplarda sadece performansları değil sorumluluğu da frenleyebilir. Kimse kötü sonuçlardan sorumlu olmak istemez. Bunun bilimsel adı “sorumluluğun dağılması”dır. Aynı sebepten, gruplar bireylere kıyasla daha büyük risklere girme eğilimindedir. Bu etkiye “riske doğru kayma” adı verilir. Grup tartışmalarının, kişilerin tek başlarına verecekleri kararlardan daha riskli kararların alınmasına yol açtığı kanıtlanmıştır.4
Şüphesiz toplumların ahlâkî yönelimlerinin farklı keşiflere farklı sonuçlar vereceği önemli bir ölçüdür. Hadis-i şerifte, “Geçen ümmetlerin her birine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır”5 buyuruldu. Bediüzzaman’a göre bu; insanların çalışma isteğini azaltıp, kolaycılığa, menfaatçiliğe ve kendini düşünmeye sebep olacaktır. Sonucunda Müslüman ahlâkı bozulacaktır. Bu yüzden Bediüzzaman “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler”6 demiştir.
“Zaman cemaat zamanıdır”7 derken de şahsî üretimin yerine ekip çalışmasının başarılmasının gereğine dikkat çekmiştir. Bunun sadece maddî değil mânevî işlerde de önemine atıf yapmıştır. Hatta Müslümanların kurtuluş reçetesi olarak “ben”i bırakıp “biz” diyebilmeyi birer çalışma prensibi olarak geliştirmeyi öğütlemiştir. Bununla ilgili “ihlâs” ve “uhuvvet” doktrinleri etrafında bir düşünme ve çalışma sistemi geliştirmiştir.
Bediüzzaman için, her insanın bir gaye-i hayâli yani üzerine çalışabileceği bir hamiyet davası olmalıdır. “Hamiyet ise, muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır”8 Çünkü sevgiyle ve hürmetle yapılan işler gerçekten hamiyet davasına hizmet edebilir: “Nefret, hamiyetin zıddıdır.”9
“Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?” şeklinde bir soru ile Bediüzzaman, tembelliğe karşı da esaslı yorumlar getiriyor. Bunlar hem aydınlatıcı hem de sonuç gösterici olduğu kadar yol açıcı, zihin parlatıcı, kolaylık verici tekliflerdir. Çözümü ifade eden açılımı kendisi şöyle hikâye ediyor:
“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı ‘Ümidinizi asla kesmeyiniz’ [Zümer Sûresi: 53] kılıncını istimal ediniz. Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zabteden meylü’t-tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz ‘Allah için olunuz’ hakikatını o düşmana gönderiniz. Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden acûliyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, ‘Sabırlı olun, hazırlıklı olun ve bağlantılı olun’ [Al-i İmran Sûresi: 200] siper ediniz.
“Sonra da, medenî-i bittab’ olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de ‘İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır’ [Hadis-i Şerif] olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız. Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de ‘Yalnızca Allah’a tevekkül edin’ [İbrahim Sûresi: 14] olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz. Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş’et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de ‘Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar veremez’ [Maide Sûresi: 105] olan hakikat-i şâhika üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.
“Sonra Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de ‘Emredildiğin gibi dosdoğru ol!’ [Şûrâ Suresi: 15] ‘Efendine efendi olmaya çalışma’ olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin. Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylü’r-rahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de ‘İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır’ [Necm Sûresi: 39] olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz. Evet size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir.”10
Yaşar Kemâl’in İnce Memed’inin “Ne değişir ki? Ben ölünce yeni bir ağa gelir” diyen Abdi Ağa’ya cevabı “Merak etme, o zaman da yeni bir İnce Memed gelir” demesi gibi, zulüm devam ederse başkaldırı da devam eder. Zorlukla beraber kolaylık da gelir. Her sıkıntı beraberinde bir çözüm getirir. Kötülükle birlikte iyilik de gelir. Küfür artarsa iman da gelişir. Bir taraf çoğalırsa diğeri de çoğalır. Dünya kurulduğundan beri hep böyledir; iki koldan çoğaldı, meyveler verdi. Bütün çalışmalar bu ikisinden birine hizmet etti. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”11 Her iki yol da işlemeye devam ediyor. Daha çok çalışan öne geçiyor. Necm Sûresi 39. Âyet’te: “İnsan için ancak çalıştığı vardır” emredilmiştir.
İlk yorumu siz yazın