Gezindim durdum dünya denen bu daracık kürede. Yeni bir şehir, yeni bir ülke, yeni bir hayat için. İçin için çağları yudumladım. Kaçtım, kovalandım, yaşamdan damla damla ruh satın aldım.
Her çağda, birçok ülkede bulundum. Nice destanlar ve şiirler okudum. Her birinde kendimi ayrı yerlerde, ayrı şehirlerde, ayrı kapılarda buldum. Durdum, düşündüm, kırağı günlerde üşüdüm. Ve düşledim, bazen yoruldum bazen üşendim. Ayaklarım dikenlere tutulu yürüdüm. Zindanlardan zindanlara tıkıldım. Aşk için, hürriyet için barikatları ellerim ve göğsümle düşürdüm.
Kırbaç yedim. Ateşle oynadım. Kezzap ile boyandım. Devrim gibi kükredim, ancak inancımla asıldım. Sessiz çığlıklarımı, şehrimin dumanlı ve düğmesiz insanlarına giydirdim bir terzi gibi. Kürek dedim, emek dedim, yıllanarak küflü kaldırımların baş uçlarına ve sokak çocuklarına umut dedim. Acıktım, ama kersek kersek toprak yedim. Kamçı yedim, fiske yedim.
Ta Âdem’den beri Kabillerin elleriyle katledildim ve Yakup’un oğullarıyla kardeşliği kuyulara atmayı öğrendim. Bir tarafımla Nemrut bir tarafımla İbrahim oldum. Putlar dikip putlar yıktım. İstiklal ve istikbal mücadelesi verdim. Devrimlerden devrimlere ve akıllardan akıllara atlılarla yürüdüm, ayaklarım tutukluk yapsa da.
Yüreğimde bir isyan ateşi tutuşunca koyunlarımı kıtmirlere verdim. Zira hiç güvenmedim insanlara. Ve çok defa asıldım. Elmas taşlarıyla bir bir arıklara koyuldum. Ama yeniden doğdum ve ölmedim ve yılmadım ve Musa gibi denizleri yardım.
Çok sürmedi her doğum günü açan güllerin kokusu üzerimde. Zira bir zaman sonra durmayanlar yine bunalttılar beni. Çılgın öfke kusmuklarıyla geviş getire getire zehirlediler gencecik bedenimi. Ancak umutlandım bir an. Zira bilmem hangi diyardandı bir havari geldi yanıma, “İsa’danım” dedi. Bir tan yeli ağırlığında. Ve sureti bir güneş gibi ağardığında Musa’dan sonra bulduğum bir elmas gibi sakladım sandığımda.
Ne acıdır ki kirli çakallar, sinsi kurtlar ve kurnaz tilkiler asırlık mabetleri ile onu da aldılar benden. Kustular, kusabilecekleri kadar zehirlerini. Bu oyunu iyi oynayanlar ise sustular, susabildikleri kadar. Ancak ben yine kaybetmedim dağların doruklarında ve esen rüzgarın sırtında uçurtmamı uçurma ümidimi ve insan olabilmek için çağların üzerinde gezinip bir insan bulma hayâlimi.
Ki öyle oldu, ancak yıllar yıllar sonra karıştırınca tozlu sayfaların elmas satırlarını ve kütüphanelerden inmeyen kitapların kuluçkalanmış doğmayı bekleyen cümlelerini. Arasından bir Yaşar Kemâl gördüm. Bir süre dinledim onu, umutlu bir şarkı gibi…
Diyordu ki: “Gülümse bitsin karanlık. Gülümse karamsarları şaşırt… Gülümse güller açsın yüzünde. Gülümsemenle yayılsın ışık. Dünyayı ısıtmasan da güneş gibi”.
Ben de sonradan hep gülümsedim. Ve çokça gülümsedim. Ancak bir zaman sonra beleş olunca bir gülümseme, onun da yalanı ve maskesi türedi. Yalan gülüşler bakışlarla birlikte ülkemde ve şehrimde kendine yer edindi.
Ve yine eşkıyalar ve haramiler yüreğimde bir isyan ateşi türetti. Hâlbuki mezarlara gömmüştüm ben isyanımı, o ırmağın dingin akan sularının yanında. Ancak bu devir bu hâl olunca ve insan insandan “insanlığı ayırınca” ben de benden yüce bir usta aradım. Ancak o da benim gibi iki kelimeye sığdırmış hayatı ve insanı. Şöyle demiş “Usta! Ölmeden bana bir oyun öğret ki insan olayım”.
Dediği gibi gerçekten bir oyun bulunmalıydı oynamak için “insanlığı” insan. Yani en azından oynamak için masum çocuklar gibi. Ah… Ahh! Çok yorulmuştum. Son nefesiydi bu çağlar boyu koşuşumun. Ve son nefesiydi bu içtiğim soğuk tenli bardağın içindeki suyun kokusunun. Tam ölecektim. Öldüm dedim.
Bir anda adını bilmediğim bir çağdan bir atlı, bir Nur-u âlâ nur yetişti kanatlarıma. Yumuşacık sevimli ve sıcacık gülüşleriyle titretti canımın içindeki insanlığı. Ve kaldırdı beni serpildiğim toprağın kızgın ve köpürmüş sinesinden ayağa. Sonradan uçup gitti bir ebabil gibi. Bilmem nerecikte, ama tam oracıkta, önüm, sağım, solum apaçıkta, yani gerçekten tam oracıkta kaldırdı beni ayağa. Titretti ve kükretti yüreğimi.
Çırpınıyordum, ama imanla ve yüce bir inançla. Ancak tutundum ona ve yükseldim ve yüceldim bir anda. İnsanlığa olan tüm kalp kırıklarımı ve öfkemi, o bana umut veren nurun kanatlarıyla erittim.
Ve dedi ki bana: Kur’ân’dan aldığım ilham ve Muhammed Peygamberin (asm) dersiyle diyorum ki, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi iman ve duadır. Küfür insanı gayet aciz bir canavar hayvan eder”.
Bir anda, “Muhammed (asm) mi?” dedim. Nasıl unuturum, nasıl atlarım onu. Büyük bir pişmanlık ve kızgınlıkla ve yüce bir utançla.
Titreye titreye, ağlaya ağlaya, sızlaya sızlaya. Utancımla yeniden Allah’tan af dileyerek. Bulmuştum artık onu. Bırakmam sarılarak sımsıkı. Evet, şimdi Musa’dan İsa’ya kadar nasıl ki ben vardım, şimdi Muhammed’den (asm) sonrada ben varım. Zira bir zaman Musevi’ydim doğru, bir zaman İsevî. Ancak artık Muhammed ile birlikte oldum Muhammedî. Sen ki hâlâ o çağlarda gezin! Çağdaş olun diyen medeniyet! Bilmez misin ki Muhammed’inki en son medeniyet!
Şimdi sen nerelerdesin, daha çıkamadın mı bir insanlık oyunu oynamaya ve insanı insan eden sultanı bulmaya!
İlk yorumu siz yazın