İstanbul’un kültür haritası: Fractal İstanbul

İstanbul… Hayâllerin şehri, gönüllerin başkenti… İstanbul’un güzelliğinden bir damla tadıp da onu sevmeyen, kana kana içmek istemeyen var mıdır? Bence yoktur. Lâkin İstanbul’u sevmek öyle lafla olmuyor. Bir Yahya Kemâl gibi sevmeli Aziz İstanbul’u.

Bir de Tarık Tolunay gibi sevmeli mesela. İstanbul’un bugününden yarınlarına, İstanbul’u her ayrıntısıyla anlatan görsel “harikalar” bırakan Tolunay, Hepimizi İstanbul’u gerçekten tanımaya ve sevmeye davet ediyor.

30 yıllık çizerlik hayatının son demlerinin ürünü olan “Fractal İstanbul” haritalarını konuşmak üzere, değerli Tarık Tolunay ile buluştuk. “Fractal İstanbul” haritaları özelinde; İstanbul’un kültür temellerini, İstanbullu olmak için İstanbul’da doğmanın şart olmadığını, İstanbullular olarak hiçbir ayrım ve kamplaşma olmadan birlik olmamız gerektiğini, bu kente değer katacak faydalı şeyler yapmanın bize borç olduğunu,  kent okur-yazarlığını, İstanbul’un gazi vapurlarını, çizerlerin/sanatçıların yaşadığı zorlukları, acı bazı gerçekleri ve daha pek çok şeyi konuştuk.

Kent kültürüne ufak da olsa bir katkı sunabilmek için yola çıkan ve 2000’li yılların başından beri emek harcayan Tolunay, illüstratif kent haritalarıyla bunu zirveye çıkarmış görünüyor. Minyatür, gravür şehir haritaları ve günümüz oyun görsellerinin bir karması olarak yeni bir yaklaşımı temsil eden bu çalışmalar, İstanbul’a ve İstanbullulara armağan edilmiş, hepimizin sahiplenmesi gereken çok kıymetli eserler.

Oldukça uzun, ama bir o kadar önemli ve keyifli bu sohbeti sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Bu röportajın ayarlanmasında ve yayına hazırlığında ciddi katkıları olan, Eskimez Yazı sayfamızın kıymetli yazarı Emine Sultan Çakır’a buradan da teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Ve tabiî ki değerli Tarık Tolunay’a, bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum.

İstifadeli okumalar diliyorum…

Fractal İstanbul serisine ilk ne zaman başlamıştınız?

2010 yılından itibaren çalışmaları sürüyor, ama serinin ilk çıkışı 2017 yılında oldu. Önce Tarihî Yarımada, ardından 2019 sonlarında Haydarpaşa Panaroma ve son olarak da bu yıl, Eminönü-Tarihî Galata Köprüsü ve Karaköy’ü kapsayan Pandemi çalışması.

Şu ana kadar İstanbul’un üç ayrı lokasyonunu dijital ortama aktardınız. İstanbul’un, dijital ortama aktardığınız bu üç ayrı lokasyonu içerisinde en çok zevk aldığınız, sizin için ayrı olan bir çalışma var mı?

Bir ayrım yok tabiî ki. Ama son çalışmam şu anda gündemde olduğu için biraz daha küçük evlat gibi. Küçük evlat daha çok sevilir ya hani, onun gibi bir şey. Yoksa aralarında hiçbir ayrım yapamam. Çünkü onlar bir bütünün parçaları. Sonradan birleşecekler ve bir büyük İstanbul kadrajının parçaları olacaklar. Yenikapı’dan başlayacağız, Galata’yı göreceğiz, karşıda Üsküdar’ı göreceğiz, böylece dev bir kadraj çıkacak ortaya. Bu ne zaman biter, onu bilmiyorum tabiî, çünkü uzun sürüyor çalışmalar. Bir sonraki çalışma belki Galata bölgesi olacak. Sonra Üsküdar’ı ve Balat tarafını yapacağım. Sonra bunlar birleşecekler.

Peki, bir yapbozun parçaları gibi oturacak bir birleşmeden mi bahsediyorsunuz?

Yok. Şu anki çalışmaları alıp yan yana koysanız birleşmiyor, ama ben onları daha sonra bir şekilde birleştireceğim. Sonuçta bunlar üç boyutlu çalışmalar. Esas amaç zaten o büyük kadraja ulaşmak. İstanbul’un ilk yerleşim bölgelerini, çekirdeği diyebileceğimiz yerleri toplamak.

Fractal İstanbul çalışmaları nasıl başladı?

İlk olarak bu alandaki eksikliği fark ettim. Bu alan üzerinde çalışanları araştırdığımda, onların hep Batılı seyyah ressamlar olduklarını gördüm. Bir tek Kanunî döneminde Matrakçı Nasuh var, bu bölgeyi bize hatıra olarak bırakan. Onun haricinde tabiî birtakım minyatür çalışmaları var, ama onlar biraz daha saray ve çevresini konu alan çalışmalardı. İstanbul’un genel görünümüne ait, bu topraklardan herhangi bir üretim yapılmamış. 1600’lü yıllardan 2000’li yıllara kadar bizim gözümüzden bir kayıt düşülmemiş.

Mesela Batılı bir seyyah gelmiş, kendi gözlemini kâğıda aktarmış ve gitmiş. Geriye dönüp, eski İstanbul adına ne bulabiliriz, diye baktığımızda, hep Batılı seyyahların bize bıraktıklarını görüyoruz. Hâlbuki, bu şehirde yaşayan bizlerin gözlemleri daha kuvvetli, daha doğru. Bir Batılı, dışarıdan bakmakla ayrıntılara çok fazla giremeyebilir. Ki çoğu çalışmalar da anlatım üzerine yapılan çalışmalardır. Mesela İtalyan bir gezgin İstanbul’u görmüş, geri gelmiştir. İtalya’ya döndüğünde ressama İstanbul tasvirini yapmıştır, ressam da duyduğu üzerinden çizmiştir. Bu şekilde, kulaktan kulağa, hayâlde canlanan bir çizim çıkmış olur ortaya. Bu da sağlıksız bir şey tabiî.

Kendisi gelip çizen birçok seyyah ressam da var. Ama keşke biz çizseydik, bu topraklardan birileri çizseydi, o çok daha doğru olacaktı. İşte o eksikliği görünce, biraz da “Neden çizilmemiş acaba?” diye düşünüp kendime dönüp bakınca “Ben de çizerim. Demek ki bu görev bana düşüyor” diye düşündüm. Bu görevi kimse bana vermedi, herhangi bir talimatla ya da iş siparişi olarak da önüme konulmadı. Tümüyle kendim karar verdim. Dedim ki, “Benim İstanbul’u çizmem gerekiyor.” Bir de zor bir şey tabiî. Nasıl çizeceğiz, ne yapacağız, bir sürü ayrıntı var, derken cesaret istiyor. 1-2 sene hiç yanına bile yaklaşamadım. Fikir olarak vardı, ama faaliyete geçemedim.

Sonra İstanbul, 2010 kültür Başkenti ilan edildiğinde, bu işleri koordine etmek için kurulan “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı”na başvurdum. Çünkü destek isteyen bir projeydi ve tek başına yapılması zordu. Maddî destek de gerekiyor. Sağ olsunlar “ret” cevabı verdiler bize. O zaman Avrupa kültür başkentleri arasında en büyük bütçeye sahip kent İstanbul’du. Şimdi 2020’de soralım bakalım, 2010’dan bugüne o kültür başkenti projelerinden aklımızda kalan bir tane proje var mı? Buhar olup uçtu. Benim aklımda kalan bir şey yok. Ama reddettikleri “Fractal İstanbul”, bugün yoluna devam ediyor. Onlar bunu algılayamadılar. Neyse, eskileri deşmeye gerek yok. Böylece ben bir şekilde başlamış oldum. Yapılan iş aynı zamanda size kendisini öğretiyor. Yani içine girdikçe araştırıyorsunuz, yeni problemler, yeni cevaplar, yeni maceralar… Bir şekilde böyle güzel bir oyunla bu haritaları cisimleştirmiş olduk.

İyi ki de yapmışsınız. Biz de bu vesileyle tebrik ve teşekkürlerimizi sunmuş olalım.

Sağ olun. Artık İstanbul’a ait böyle bir çalışma var. Ve inanıyorum ki, yirmi sene sonra bile bu haritalar kalır. Hiçbir zaman geri dönüp tarihi tekrar yazamayacağımız için, bu dönemin İstanbul’una dair bırakılmış görsel zaman kapsülleri bunlar. Birileri daha sonra bugünün İstanbul’una, 60’lı yıllardan 2000’li yıllara kadar olan zaman aralığına görsel olarak bakmak istediklerinde bu haritalar onların karşısına çıkacak. O anlamıyla bir not düşmüş olduk.

Bu çalışmayı bilgisayar ortamında değil de kâğıt üzerinde yapmayı düşündünüz mü hiç?

Hayır, çünkü benim yapmak istediğim ayrıntı seviyesine elle ulaşılamayacağı belliydi. Başından itibaren bilgisayar ortamında yapmaya kararlıydım. Hatta var olan bilgisayarlar ve programlar bu projeye izin vermediği için 1-2 sene de erteledim. O dönem bilgisayarların gücü böyle kapsamlı bir kompozisyona izin vermiyordu. Ama ben arka plânda çalışmalarıma devam ettim. Mesela tarihî yarımadaya gidip binlerce kare fotoğraf çektim. O bölgelerde sık sık gezintiler yaptım. Oranın ayrıntılarını olabildiğince almaya çalıştım. Sonra bir şekilde başladık, bitirdik. Gerçi bitirdik de diyemiyorum, devam eden bir şey çünkü. Parça parça bir şekilde devam edeceğiz.

Peki ilk çalışmalar ne kadar sürmüştü? Pandemi haritası diğerlerine göre daha kısa sürede bitmiş olmalı.

İlk çalışmam 5 sene sürdü. Ama yoğunluk olarak çok yoğun bir çalışma değildi. Çünkü önüme konulmuş bir takvim yoktu, bir yere iş yetiştirmiyordum. Aynı zamanda geçim derdinden dolayı başka işler yapmak zorundaydım. Reklam sektöründe çalışıyordum. Yaptığım şeyin herhangi bir maddî dönüşü de olmadığı için, o dönem reklam sektöründen bir iş geldiğinde öncelikli olarak o işi bitiriyordum. Çünkü oradan para kazanıyordum. Bu hep arka plânda kaldı. Ama duyurusunu yaptıktan sonra gelen tepkiler üzerine, ben yavaş yavaş fractal haritaları ön plâna çıkarıp, merkeze koydum. Diğer çalışmaları arka plâna attım.

Bir de neden ilk çalışma 5 sene sürdü? Çünkü orada keşfetme dönemi var. Belli birtakım teknikleri oturtma, stilizasyonu tamamlama gibi. Çöpe giden bir sürü çalışma, vazgeçtiğim, hiç kullanmadığım çalışmalar var. Daha sonra o stilizasyon süreci biraz daha oturduğunda ben de hızlanmaya başladım hâliyle. Bu son çalışma da 8 ayda bitti. Ama tamamıyla geceli gündüzlü bir çalışma oldu. Aslında 1,5-2 seneye denk düşen bir çalışma. Tabiî bir de kütüphanemiz gelişti, bu nedenle biraz daha hızlandık. Şimdi yavaş yavaş yeni bir çalışmaya başladım mesela. Büyük bir ihtimalle Galata bölgesi olacak. Herhalde o da 6-7 ayda bitecek gibi duruyor. Gelecek Temmuz, Ağustos’ta yayınlarız sanıyorum, bakalım.

2010 yılında destek başvurunuza ret almıştınız. Peki, sonrasında herhangi bir başvurunuz veya bir destek oldu mu?

Bu ret olayına çok kızdım ben. Çünkü doğru bir proje yaptığımı düşünüyordum. İstanbul 2010 Kültür Başkenti için sanatçılara yapılan çağrı şuydu: “Elinizde ya da aklınızda İstanbul’a dair kalıcı olabilecek, İstanbul’a değer katabilecek projeleriniz varsa sizleri bekliyoruz.” Çok heyecan verici bir çağrı, değil mi? E benim de elimde İstanbul’a değer katacak böyle bir proje var. Yıllara meydan okuyacak, kalıcı bir fikrim var. Koşa koşa gittik. 11 ay cevap vermediler. 11 ayın sonunda verdikleri cevap çok komikti: Bütçemiz bitti! 3 milyar TL bütçeleri vardı ve bitti dediler. Canları sağ olsun diyelim.

Tabiî çok kızdım, moral bozucu bir şey çünkü. Sonuçta bir destek arayışında oluyor insan. Belki 2-3 kişilik bir ekip kurmam, işlerimi güçlerimi bırakıp bununla uğraşmam gerekiyordu. Bunun için de maddî bir destek lâzımdı. Bu desteği alamayınca, bu proje sanki hiç yapılamayacakmış gibi bir his doğdu bende. 3 ay sonra dedim ki kendime, “Sen bunu yapmak zorundasın, bu senin aklına düştü bir kere. Tek başına da olsan, 10 sene, 20 sene de sürse, sen bunu yapmak zorundasın. Bu senin İstanbul’a bir borcun. Hiçbir karşılık bulamasan bile, yayınladığında hiçbir kimse buna dönüp bakmasa bile sen bunu bitirmek zorundasın.” Kendi kendimi biraz gaza getirdim açıkçası. “Kendi evimde duvarıma assam, bu benim için yeterlidir” dedim. Beklentiyi düşük tuttum, ben bunu evimin duvarında gördüğümde mutlu olacağım, kendimi başarılı hissedeceğim, dedim. Bir başkasının alması, bir başkasının beğenmesi ya da birinin desteklemesi umurumda değil artık, dedim.

Beklentiyi sıfıra düşürünce güç geliyor insana. Çünkü hiçbir yerle bağınız yok, hiçbir yerden destek beklemiyorsunuz. Bu aslında korkunç bir güç anlamına geliyor. Ve o zaman tekrar başladım çalışmalara. Ne iyi de olmuş ki, beni kimse desteklememiş. Çünkü destek aynı zamanda, destekleyenin projeyi şekillendirmeye çalışması da demek. O anlamıyla “Fractal İstanbul” adını verdiğimiz bu proje tümüyle özgür bir ortamda yeşerdi. Hiçbir dış müdahale olmadan, sadece ve sadece benim aklımdaki hâliyle kâğıda döküldü. Bu anlamıyla aslında doğru bir kanalda ilerlemiş oldu. İnşaallah aynı şekilde devam eder.

Şunu da söylemek istiyorum; bu herhangi bir cenaha ait bir proje değil. Benim hayata karşı bir duruşum olabilir, kendimi ait hissettiğim bir cenah olabilir, ama yapılan iş tüm İstanbulluları ilgilendiren bir iş. Ve bu, bizim hep birlikte yaşadığımız kentlileşme sürecine katkıda bulunan bir iş. O anlamıyla biraz politikalar üstü bir iş.

Mesela siz benimle röportaj yapmak için buraya geldiniz. Ama devlet benim projemi görmezden geliyor. Çünkü bakıyorlar Twitter’dan, “Bu adam solcu, atın kenara!” Yapılan iş İstanbul’a dair, İstanbul’u ilgilendiren doğru bir proje. Ama “Bizden mi, değil mi?” diye bakılıyor. Bugüne kadar Kültür Bakanlığı’ndan beni arayan tek bir insan dahi yok. Ellerinde nasıl muhteşem projeler varsa artık, beni arayan soran yok. Bizim coğrafyamızın yan etkileri. “Bizden mi değil mi?” diye bakıyor, ama yapılan iş öyle politik söylemi olan bir iş değil. Sadece düzgün bir kentlileşme üzerine kurulu bir fikir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Bu yapılan, aslında kamplaşmayı da hızlandırıyor.

Geçenlerde İstanbul’da, Kültür Bakanının davet edildiği bir etkinlik oldu. Ortak tanıdıklar beni çağırdı “Tarık Bey, gelin sizi tanıştıralım” diye. Gitmedim, gitmem. Niye gideyim? Kültür-sanat sektöründe insanlar canıyla boğuşuyor, açlıkla yüz yüze, çok acayip travmalar yaşanıyor. Kültür Bakanlığı’nda da birikmiş bir fon var. Ama Bakan, “Biz bunu sanatçılara harcayamayız” diyor. Ben o Kültür Bakanıyla tanışmak istemiyorum. Çünkü o kültürün bakanı oldu, ama kültürü, sanatçıyı desteklemiyor. Neyse…

Sonuçta hepimiz bir kentlilik süreci yaşıyoruz. İstanbul’da doğmuş ya da babası, annesi, dedesi İstanbul’da doğmuş insan sayısı çok az. 80’li ve 90’lı yıllarda hepimiz kendimizi memleketlerimizle ifade ettik. Hiçbirimiz “İstanbulluyuz” demedik. Nerelisin? Trabzonluyum. Nerelisin? Egeliyim, Diyarbakırlıyım, falanım, filanım.

Diyorum ki; “Artık İstanbullulaşma vaktimiz gelmedi mi?” Çünkü 60’lı yıllardan bu yana üçüncü kuşağa geçtik artık. Çocuklar burada doğuyor. Küçücük çocuğa soruyorsun, nerelisin? İşte, şuralıyım. Ama bu şehirde doğdun ve bu şehirde yaşıyorsun. Kendisini aidiyet olarak, hâlâ babasının ya da dedesinin memleketiyle ifade ediyor. Bir de şöyle bir durum var; eğer insanlar kendi şehri ve yaşadığı yer olarak görmezse burayı, buraya bir güzellik katamıyorlar. Sokağa çöp attığındaki psikoloji aslında bu psikoloji. Ya da burada kalıcı bir şey yapmama psikolojisi yine bundan kaynaklanıyor. “Ben burada geçiciyim. Bir gün döneceğim, gideceğim.” Hâlbuki üç kuşaktan beri buradasın. O yüzden bunu kabullenelim. Hepimiz İstanbulluyuz.

Ne yazık ki 16 milyonluk dev bir şehir inşa edildi, ama artık buralı olduğumuzu kabul edelim ve bir bakalım; şurada bir çirkinlik var. Devasa bir şehir ve kötü bir yapılaşma, kentleşme var. Bunu nasıl düzeltebiliriz? Bence bunu düzeltmenin yolu, öncelikle bu aidiyet duygusunu kurmakla mümkün. Önce buralı hissetmeliyiz kendimizi, sonra zorla da olsa sevmeye başlamalıyız. Çünkü sevmediğimiz için çirkinleştiriyoruz bu şehri. Sevdiğimiz zaman da belki güzelleştireceğiz.

Kendinizi kent-çizer olarak tanımlıyor ve bizleri de kent-okuryazarı olmaya davet ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Kent-çizer diye bir kelime yoktu önceden, ben türettim. Yaptığım işi doğru tarif edebileceğim bir kelime bulmalıydım. Önceden çizer olarak ifade ediyordum kendimi. Ama artık kent üzerine yoğunlaştığım için kent-çizer. İki tane kök kelimeyi aldım ve yan yana koydum. Sonra bu kavramı biraz daha genişletelim dedim. Eğer ben kent-çizersem bir de bunun izleyicileri var, okuyucuları var. Az önce bahsettiğim İstanbullulaşma sürecine bu kelimeler denk düşüyor aslında. Dediğim gibi, bu kenti güzelleştirebilmemiz için sevmemiz gerekiyor. Sevmenin yolu da bilmekten geçiyor. Bilmediğiniz şeyi sevemezsiniz, çünkü o bir yabancıdır. Bildiğiniz şey sizindir, sahiplenirsiniz onu. İstanbul’da yaşayan herkesin yaşadığı kenti tanıması gerekiyor.

Bunun için üniversitede tez yazıyor olmak da gerekmiyor, kişinin mahallesinde bir cami vardır mesela, araştırır, meğerse Mimar Sinan yapmıştır onu, 600 yıllık bir camidir. Onu biz görmezden geliyoruz. Körleşiyoruz bir süre sonra. İstanbul’un bu karmaşası ve gürültülü-patırtılı hâli, bizim de hızlı yaşamımız, bir süre sonra bizi görmez hâle getiriyor. Hâlbuki biraz çabaladığımızda, gözümüzü kaplayan o kiri-pası sildiğimizde bir bakıyoruz ki, mahallemizde 1.000 yıllık kilise var, 600 yıllık cami var. Acayip bir kent burası. Dünyada başka hiçbir kentte böyle sürprizler yok. New York dediğimiz yerin 250 yıllık geçmişi var mesela. Bizim en son Yenikapı kazılarıyla 8.500 yıla çıktı geçmişimiz. İnanılmaz bir değerin üzerinde yaşıyoruz, ama farkında değiliz.

Eğer o değerleri görür ve çevremize o gözle bakmaya başlarsak, gerçekten inanılmaz bir şehirde yaşadığımızı fark ediyoruz. Bu da bizi çok daha dikkatli olmaya itiyor. Sokağa çöp atmak istemiyoruz artık. Ya da bir yere bir inşaat yapacaksak o dikkatle yapmak zorunda kalacağız. Ama bilmezsek, her şey talana açık. Bir de İstanbul’un taşı toprağı altın derler ya. Gerçekten öyle. Tabiî gramaj altın olarak düşünmemek lâzım. Tarihî anlamda her bir santimetrekaresi altın değerinde. Bunu öyle gördüğümüzde olay bitiyor aslında. Formül bu.

Bu kentlileşme sürecini artık bitirmemiz, tamamlamamız lâzım. Hepimizin evleri, salonları, perdeleri tertemizdir, ama sokakta çöp atarız, hiç dikkat etmeyiz. Artık İstanbul’u bir geniş ev olarak görmek lâzım. Evden çıktığımız anda bir başka eve geçiyoruz. Dışarısı olmaktan çıkmalı İstanbul. Evin dışı değil. Hâlâ evin içindeyiz, İstanbul büyük bir ev. O hissiyatı yerleştirmek lâzım. Bu noktada yerel yönetimlere çok büyük görev düşüyor. Tabiî ki devlete de görev düşüyor, bu bilincin oluşturulması konusunda. Ben kendim naçizane bu işlere kafa patlatarak bu sonuçlara ulaştım.

Sizin, dikkatimizi çeken özelliğiniz, sağ-sol ayırımı yapmadan “Hepsi bizim değerimiz, kültürümüz” bakış açısıyla bir şeyleri yansıtmanızdı. İllüstrasyonlarınızda Yeni Cami avlusunda abdest alanlarla, Karaköy’ün çatı kiliselerinde ayin yapanlar bir arada yer alıyor, vs. Tüm bu kültürleri bir arada yansıtmanızdaki temel gaye nedir?

Kente baktığımızda kent bize bir şeyler söylüyor. Diyor ki; bak şu köşeyi dönersen burada bir kilise var. Biz o kilisenin içinde ne olduğunu hiç bilmiyoruz. Çünkü o bizim için uzak diyarların, uzak bir kültürün parçası. Hâlbuki kenarda alışveriş yaptığımız kırtasiyeci belki bir Ermeni. Ve o Ermeni komşumuz belki o kiliseye gidiyor, orada ibadetini yapıyor. İstanbul’da kültürler o kadar iç içe geçmiş ki, bizim bunu bu hâliyle kabul edip, bununla barışmamız gerekiyor.

Dinsel ayrımları, milliyetçi ayrımları gerdikçe iyi bir yere çıkmıyor bu yol. Çok kötü bir yola çıkıyor. Şehir aslında bize söylüyor ne yapmamız gerektiğini. Köşeyi döndüğünde bir kilise var. Orayı döndün, orada bir cami var. Bunlar birbirlerine çok yakınlar, iç içeler. Aslında şehrin mimarî olarak bize söylediği şey şu; bir arada kardeşçe yaşamayı becerin. Bu kadar basit. Bizim İstanbul’dan ve İstanbul’un mimarîsinden öğreneceğimiz, çıkaracağımız fikir bence budur. Bize bir arada yaşamamızı söylüyor. Burası hepimizin ortak evi.

Bizim düşman olarak addettiğimiz ya da dışarıdan olarak gördüğümüz kimi temizlersek temizleyelim, bunların hepsi aslında bizden bir parçayı götürüyor. Mesela Ermenileri temizledik. O kadar az kaldı ki sayıları. Bizim için hiçbir tehdit unsuru değiller. Ama hâlâ daha, Ermeni aşağı, Ermeni yukarı. Nedir kardeşim bu? 20.000 tane Ermeni kalmış şurada. Ne istiyorsun, ne yapabilir sana? Bundan korkma nedenin nedir? Varsayalım ki, o 20.000’i de bitirdin, gönderdin. Ama senin “Kurtuldum” diye baktığın her şey, aslında senden bir parçayı götürüyor. 50’li-60’lı yıllarda Kıbrıs Barış Harekatı’nın oluşturduğu atmosfer, karşılıklı mübadelelerle, devlet, ulus üzerine inşa edilmek isteniyor. “Öyle ise ulusal burjuvazimizi yaratacağız, kahrolsun Yunanlılar, kahrolsun Rumlar” demişiz. Rumları gönderdik, ama Rumlar burada bir esnaflık geleneğini temsil ediyorlardı.

Bizim bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabullenip, aslında asıl zenginliğin bu olduğunu bilip ona göre davranmamız gerek. O zaman belki daha huzurlu olacağız. Çünkü sarı olmadığı zaman yeşilin güzelliği ortaya çıkmıyor. Kırmızı ya da mavi olmadığı zaman diğer renklerin güzelliği ortaya çıkmıyor. Her şeyi öldürür, her şeyi sarı yaparsanız renk diye bir olgudan bile bahsedemeyiz. Renksiz bir şey hâline geliyor hayat.

Kent üzerinden böyle birçok sonuca ulaşabiliyoruz. Kent bizim kültürümüzün birebir yansıması. Geriye dönüp, o kentin sayfalarını çevirip, okuyabildiğimizde bize çok doğru mesajlar veriyor. Mesela bizim camilerimizin Ayasofya temelli mimarîleri var. Ama şimdi cami mimarîsi uçtu gidiyor, nereye gittiği meçhul. Ya kardeşim, bunun bir denetleyeni yok mu? Bunun bir standardı yok mu? Adam beş katlı bina yapıyor, üstüne bir tane kubbe oturtuyor, cami diyor ona. Hayır, o cami değil.

Ben ateist biriyim. Bir ateist olarak, cami mimarîsinin düştüğü o kötü duruma üzülüyorum. Bu kadar ucuz, bu kadar kötü bir mimarî, bu dine yakışıyor mu? Ama yapıyorlar. Bizim duruşumuz mimarîye ve kente, her şeye yansıyor. Onu okuyabilirsiniz. Kötü yapılmış bir cami üzerinden onu yapan adam hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Burada bir kötü niyet var, belli yani. Ona gidip de “Ne güzel bir cami yaptın” diyemezsiniz. Bu rahatsız edici bir görüntü. Ben bile bundan rahatsız oluyorum.

Geleneksel sanatlarımıza nasıl bakıyorsunuz?

Bizim cenahta şöyle bir yanılgı var. Osmanlı deyince karşı cenaha teslim ediyor. Oysa Osmanlı hepimizin. Bunun kültür-sanatta da yansımaları var. Diyor ki, “Ben ebru sanatıyla uğraşmam! Ben hat sanatıyla ilgilenmem! Minyatür sanatı beni  ilgilendirmez!” O da yüzünü tümden Batı’ya dönmüş ve oradan beslenme hâli içinde. Biraz önce mimarîde Ayasofya örneğini verdim, bizim minyatür sanatımızın kökleri Bizans’taki ikonalarla ilişki hâlinde. Hat sanatı, yine bu coğrafyadaki yazı sanatlarıyla ilişki hâlinde.

Bu bağları, bu devingenliği ve sürekliliği kopardığınızda köksüz kalıyorsunuz. Sağ cenah, bunları aynen taklit ve tekrara yönelmiş durumda. Sol cenah ise görmezden geliyor, reddediyor. Bense diyorum ki, bizim köklerimiz buradadır. Evet, oraya da kulaklarımız ve gözlerimiz açık olacak, oradan gelen yeniliklere açık olacağız, ama biz, bu coğrafyanın görsel kültürü neyse, görselliğimizi onun üzerine inşa edeceğiz. Bu sürekli dönüşerek, gelişerek devam etmek zorunda. O yüzden ben, yaptığım haritaları çağdaş minyatür olarak adlandırıyorum.

Ben de oraya gelecektim. Çağdaş bir minyatürcü olmayı nasıl açıklarsınız?

Bazı minyatür sanatçılarımız var, eskiyi aynen taklit ederek ilerliyorlar. Orada da bir araz, bir yanlış yaklaşım var. Hayat dönüştü. Sen şehri hâlâ 1.600’lü yıllarda çizen bir minyatürcünün gözünden çizemezsin. Çünkü sen farklı etkilere muhatapsın. O yüzden yapacağın şey de farklı olmak zorunda. Usta-çırak ilişkisiyle birbirinin kopyası, fotokopisi işler üretmenin bir mantığı yok. Köklerine sahip çık, ama bugünün teknolojisiyle, bugünün bakış açısıyla, sende yarattığı etkiyi kâğıda dök. Bu haritalar, bu yönüyle aslında birer minyatürdür. Ben köklerime sahip çıkıyorum, bu coğrafyanın çocuğuyum, bu coğrafyanın kültürüne sahip çıkıyorum ve bu coğrafyanın bana öğrettiği görsel dille yeni bir şey çizmek derdindeyim. Aynısını yapmıyor, fotokopi gibi çoğaltmıyorum. Yeni enstrümanlarla, yeni bir yaklaşım. Bu yüzden kent-çizerin karşılığında bana çok rahat “çağdaş minyatürcü” diyebilirsiniz. Hiç rahatsızlık duymam, aksine gurur verici bir şey olur.

Bir röportajınızda, vapurlarımızdan bahsederken onların çoğunun “gazi vapurlar” olduklarını hatırlatıyorsunuz. Bu vapurları ve onların çizim aşamalarını biraz anlatır mısınız?

Birinci Dünya Savaşı çıktığında, bütün şehir hatları vapurları yolcu taşımayı bırakıyor ve savaşa katılıyor. Mesela “Kalender Vapuru” var. “Kalender Vapuru”, bayağı savaşa katılmış ve savaşta ağır yara almış. Gazi yani. Savaş bitince tekrar dönüyor, gene şehir hatlarında yolcu taşımaya devam ediyor. Bunu bir kişi olarak düşündüğümüzde gazi olmuş oluyor. Ve sen bu gaziyi alıyorsun, ömrünü doldurduğunda hurdaya çıkarıyorsun. Kalender vapuru şu anda yok. Aslında ne yapmış oluyorsun? Kendi tarihini çöpe atmış oluyorsun. Sonra da dönüp tarihinle övünmeye kalkıyorsun. Neyle övündün? Sen onu çöpe attın. Eski Galata köprümüz vardı. Şu anda Tuzla tersanelerinde sökülmeyi bekliyor. 100 yıllık tarihi aldın çöpe attın. Sonra şanlı tarih… Böyle bir şey yok. Şanlı tarihini koruyacaksın, sahip çıkacaksın.

Haydarpaşa’yı otel yapmaya çalışıyorlar. Hani ecdadına sahip çıkıyordun sen? Onu Abdülhamit yaptı. Abdülhamit’in tebaasına hediye ettiği, dünyanın en güzel istasyonlarından bir tanesini neden otel yapmak istiyorsun? Aynı şekilde Sirkeci Garı. Abdülhamit yaptırmış. Ne için Sirkeci’yi açmıyorlar hâlâ? Otel yapmak istiyorlar. Kurda kuşa yem edecekler. Burada kavramlar birden bire başkalaşıyor. Ortada bir aymazlık, bir tarih düşmanlığı var. Ecdatçılık korumakla olur.

Bir vapurdan daha bahsedeyim. “Halas 71” diye bir vapur var. Şu anda Koç tarafından restore edildi. Ve lüks bir otel olarak hizmet veriyor, boğazda dolaşıyor. 1908-1909 civarlarında, Osmanlı donanması artık çelik savaş gemilerine geçmek zorunda. Bir kampanya başlatılıyor. Diyorlar ki; “Ey halkımız! Yeni savaş gemileri yaptırmamız lâzım.” Böylece İstanbul’un değişik noktalarına devasa kumbaralar konuluyor ve İstanbullular o kumbaralara para atıyor. 5 savaş gemisi yaptırılacak. Ve gerçekten de çok müthiş bir para birikiyor. O zamanın güzel bir kampanyası. 8 subayı bir trene doldurup paraları İngilizlere gönderiyorlar, bize 5 tane gemi yapın diyorlar. İngilizler, hay hay, diyerek alıyor parayı, gemiler yapılıyor. 1914 yılında yine o 7-8 subay İngiltere’ye gidiyorlar gemileri teslim almaya. Paralar ödenmiş, her şey tamam. İngiltere’ye indiklerinde Birinci Dünya Savaşı çıkıyor. Uluslararası bir takım kurallar varmış, savaş çıktığında olağanüstü hâl, bütün ticarî anlaşmalar iptal edilebilir, gibi bir durum varmış. Ve İngilizler diyorlar ki; “Bu gemileri size vermiyoruz.” “Nasıl vermezsiniz, parasını verdik?” “Vermiyoruz” diyorlar. İngilizler bu 5 savaş gemisini alıp İstanbul’un işgalinde kullanıyorlar. Sonra İstanbul’un işgali bittiğinde de “Bu gemiler zaten sizindi” deyip bırakıyorlar. O gemilerden bir tanesi “Halas 71”. Vapur oluyor sonradan, yıllarca İstanbul’da hizmet veriyor.

Yani her bir objenin bize anlattığı hikâyeler var. O yüzden İstanbul’daki her bir obje; bir otobüs, bir vapur, bir bina olabilir hepsi bizden bir parça taşıyor. Biz alıyoruz, bunun yenisini yapacağız, bu eskidi, falan diyoruz, atıyoruz çöpe. Aslında en büyük ihanet belki bu. Şu anda İsviçre’deki göllerde 1.700’lü yıllardan kalma yandan çarklı vapurlar turistleri taşıyor. Hâlâ o vapurları restore ediyor, koruyorlar. Yoksa İsviçrelilerde para çok. Dünyanın en fütüristik vapurunu da yapabilirler. Ama o tarihe sahip çıkıyorlar. En küçük teknelerine, vapurlarına, binalarına sahip çıkıyorlar. Artık bizim de bunu becermemiz gerekiyor. Tamam 60’lı yıllarda öğrenmedik. Osmanlı zamanında padişah Truva’yı Almanlara vermiş, “Alın götürün, beni ilgilendirmiyor” demiş. Çünkü öyle bir bilinç yok. Ama artık 21. yüzyılda bunu biliyoruz. Bunlar değerli şeyler yani. Tarih en değerli şey, parayla satın alınamayacak bir şey. Mesela koskoca Amerika tarihi 400 yıl, üzerine inşa edebileceği bir tarih yok. O koskoca devlet, süper güç, kendisini temellendiremiyor. Ama bizim burada üzerine çok sağlam temeller atabileceğimiz kültürler var, reddediyoruz. Hani binalarda kolonları kesiyorlar ya. Sonra en ufak bir depremde bina yerle bir oluyor. Onlar bizim kolonlarımız, temellerimiz. Bütün Anadolu coğrafyasında ne kadar kültür varsa hepsi bize ait. Bitti gitti, bu kadar yani.

Bir gemi eskidiğinde yenisini yapmayı maharet sayıyoruz. Hâlbuki onu korumak maharet. Çünkü orada bir demir yığınını korumuyorsunuz, bir tarihi koruyorsunuz. Onu bir tersaneye jilet yapmaya gönderdiğinde tonunu 1.000 liradan, 500 liradan satıyor mesela. Böyle değerli bir şeyi o kadar ucuza satıyor ki… Demir fiyatına satıyor. Hâlbuki satılan şey bir demir değil, bir tarih. Bunun ayırdına iyi varmak lâzım. Gidiyoruz Avrupa’daki kentleri görüyoruz. İtalya’da Siena diye bir kasabaya gittik. Çok güzel kaldırım taşları vardı. Sordum oradaki vatandaşa, “Bu kaldırım taşları kaç yıllık?” diye. “800 yıllık” dedi. Bizde kaldırım taşlarının ömrü 3 ay.

İstanbul’da bir çizer olmanın avantajları nelerdir?

Çok avantajlı. Tabiî ki İstanbul konforlu bir şehir değil. Hepimiz için konforsuz bir şehir. Ama bahsettiğimiz bu çok kültürlü yapısı, çok sürpriz barındırması bir çizer için çok büyük bir şans. Sonsuz veriyle besliyor kişiyi. Üretim dediğimiz şey, bir yakıta ihtiyaç duyuyor. Bu yakıtı da İstanbul bize fazlasıyla veriyor. Eğer bakmasını, görmesini ve ortaya çıkarmasını bilirsek… Bir lokomotifi düşünürsek, ona kömür atmak gibi bir şey. Ben, mesela bir İskandinav ülkesinde, her şeyin tıkır tıkır işlediği bir kentte yaşamayı istemezdim. Çünkü orada üretim de duruyor. Sanatsal üretim biraz çelişkilerden, arazlardan, çarpıklıklardan doğuyor. Dünya tarihinde de bu böyle. Dünyadaki en önemli sanat eserleri, hep toplumsal çalkantıların en yoğun yaşandığı dönemlere denk düşüyor. Tesadüf değil bu. Mesela Rus edebiyatı diye bir şey var, devrim öncesinde. Niye şu anda Rus Edebiyatı dünya edebiyatına bir şey katamıyor? Çünkü öyle bir devingenlik yaşamıyor. O yüzden çok şanslıyız. Evet, maddî olarak biz bu ülkede yaptığımız işin karşılığını hiçbir zaman alamıyoruz ne yazık ki, ama yaşadığımız şehir bir ressam için, bir edebiyatçı, bir fotoğrafçı için çok fazla malzeme veriyor. Mesela Avrupa’daki bir ressamı düşünelim, o ressamın bütün sosyal güvenceleri ve yaşam güvencesi vardır, üretim için bütün olanakları vardır. Ama hikâyeden yoksun. Bu ikisi bir arada bulunmuyor ne yazık ki. Bizde hikâye var, olanak yok. Her şeye, bütün bu olanaksızlıklara rağmen, bu kentin bize verdikleri bizim üretmemize olanak sağlıyor.

Uzun süre bu tür şeyler sinirlendiriyordu beni. Ama artık o sinirlenme aşamasını geçtik, kabullendik. Bu ülke böyle bir ülke. Kültüre ve sanata ne yazık ki tepki vermiyor. Bir müteahhite, bir iş adamına sonsuz olanak açabiliyor, vergisini sıfırlayabiliyor. Ama ben 30 senelik çizerlik hayatımda en ufak bir devlet desteği görmedim. Çok inanılmaz bir şey. Aksine, bir bankaya gidiyorum diyelim, araba kredisi kullanacağım. Bankada uğradığım muamele şu: “Beyefendi maaş bordronuzu görebilir miyiz?” “Göremezsiniz, çünkü ben maaşlı biri değilim, serbest çalışıyorum.” “Bir iş yeri var mı üzerinize?” “Yok.” “Ne iş yapıyorsunuz beyefendi?” İşte ben “Sanatçıyım, çizerim” diyorum. “Tamam, burada beklerseniz ben müdürüme danışacağım” diyor. Birebir şahit olduğum bir diyalog, memur içeri gidip müdürüne ne dedi biliyor musun? “Müdürüm dışarıda bir işsiz arkadaş var. Kredi çekmeye gelmiş, verelim mi?” Yani biz bu ülkede sanatçı olarak işsiz, boş gezenin boş kalfası muamelesi görüyoruz. Ne yazık ki durum bu.

***

Dilerseniz, aşağıdaki linkler aracılığıyla erişeceğiniz sitelerden, “Fractal İstanbul” haritalarına dair detaylara ulaşabilir, bu haritalara puzzle ve poster şeklinde sahip olabilir, destek verebilirsiniz.

https://www.behance.net/tariktolunay

https://fractalistanbul.com/

Fotoğraflar: Tuğba Karakurt

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*