Tarihçe-i Hayat’a önsöz yazan merhum Ali Ulvi Kurucu’nun, Bediüzzaman Hazretlerinin “iktisatçılığını” tarif ederken yazdıkları hep dikkatimi çekmiştir:
“Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir.”1
Nitekim Bediüzzaman’ın, iktisat ve kanaati “hikmet-i İlâhiyeye tevfîk-ı hareket”2 (Allah’ın hikmetine uygun hareket etmek) şeklinde tanımladığını göz önünde bulundurduğumuzda bunu daha iyi idrak ederiz.
Zira hikmet, Allah’ın Hakîm isminin tecellîsi olarak bütün kâinatı kuşatan bir hakikattır. Cenab-ı Hak, her şeyi “hikmet”le yaratmıştır. Bu sebeple, kâinatta abes olan hiçbir şeye rastlayamayız. Her şeyde belli bir ‘maksat ve maslahat’ gözetilmiştir.
İktisat kelimesi ise, “kasd” kökünden gelir ki, “maksat” ile aynı kökü paylaşırlar.
O halde, “Allah’ın hikmetine uygun hareket etmek” şeklindeki tarifi yeniden düşündüğümüzde, iktisadın bir tanımı için şöyle dememiz de mümkün:
“Cenab-ı Hak, bir şeyi niçin yaratmışsa, yani yaratmasından ‘maksat’ ne ise, onu o doğrultuda, onun için kullanmaktır.”
İşte bu kapsamlı tanımdır ki, iktisadı, mü’minin hayatının her karesiyle ilgili kılar. Sadece yeme-içme değil, “fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetler” de bunun içine girer.
Söz gelimi; Allah “fikri” ne için vermiştir? Akıldan ve fikirden maksat nedir? “Zihin” hangi amaçla, ne şekilde kullanılmalıdır? Aynı şekilde, “kabiliyetler” niçin verilmiştir? “Zaman”ı nasıl kullanmalıyız? Allah’ın bahşettiği “nefis ve nefesi” nerelerde ve nasıl tüketmeliyiz?
Risale-i Nur’dan Altıncı Söz’ü hatırlayarak örnekleri çoğaltmak mümkün. Üstad Hazretleri orada “akıl, göz, dil” misalini veriyor. Hatta “dil/tat alma duyusu”nu İktisat Risalesi’nde de örnek veriyor ki, “İktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı [tat alma duyusunu] kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir.” diyerek, bahsettiğimiz tanımı da burada yapıyor zaten. Yani kuvve-i zâika, Cenab-ı Hak tarafından niçin verilmişse, onu o istikamette kullanmak gerektiği anlatılıyor. Bir sonraki nüktede ise, konu tekmil edilerek, dildeki tat alma duyusunun, esasında ‘Cenab-ı Hakkın envai çeşit nimetlerini tadıp tartacak şâkir bir müfettiş’ olduğundan, olması gerektiğinden söz ediliyor. Yani mide fabrikasının kapıcısı değil, nimetleri tadıp tartan ve şükreden bir müfettiş! Benzer vurgu, yine Altıncı Söz’de “Ey dil! İyi tat. Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı [rahmetin özel hazinesinin bakanı] nerede?”3 şeklinde yapılıyor.
Diğer cihazlarımız açısından da; “Ey akıl! Dikkat et. Meş’um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz! Güzel bak. Âdi bir kavvat nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?” denilerek misaller çoğaltılıyor.
Bir örnek de Ramazan Risalesi’nden verelim:
Üstad Hazretleri, “Orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan[haramlardan], malâyaniyattan [manasız şeylerden] çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.”4 diyor ve şu misalleri veriyor:
“Meselâ dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır.”
Neticede anlıyoruz ki, akıl, kalp, göz, dil vb. bütün maddî-manevî cihazlarımızı Cenab-ı Hak bize hangi ‘maksat ve hikmet’le vermişse, onları o şekilde istimal etmek, aynı zamanda “iktisat”ın da bir ifadesi.
İktisatla ilgili dikkat çeken bir diğer konu, Kur’ân-ı Hakîm’de “ümmetün muktesıdetün”5 (muktesit ümmet) ve “ümmeten vasatan”6 (vasat ümmet) terkiplerinin geçmesidir. Bunlardan ilki, Ehl-i Kitap’tan orta yolu tutan, aşırıya gitmeyen bir topluluğu anlatırken; ikincisi ise doğrudan ümmet-i Muhammed (asm) için kullanılmış bir tâbirdir ki “sırat-ı müstakim (istikametli bir yol) üzere olmak” özelliğini de hatırlatır. Bu, ayrıca ‘muktesit meslek’in de ifadesidir ki, iktisadın bir Müslümanın hayatında nedenli ehemmiyetli olduğunu, dahası ‘hayatın tam da merkezinde yer alan bir mefhum’ olduğunu böylelikle daha iyi anlarız. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”7 ayeti inzal olduğu vakit “Hud Suresi beni ihtiyarlattı” diyen ve istikamet-i tâmme8 ile emrolunduğunu ifade eden Peygamber Efendimizin (asm) her bir hâlinde “istikamet, denge, vasat ve iktisat” üzere olduğunu ve ümmetine bu şekilde ders verdiğini göz önüne aldığımızda ise mesele daha da müşahhas hâle gelir. O (asm), Sünnet-i Seniyyesi ile yeme-içme, giyinme, yürüme, oturma, kalkma, yatma, düşünme, konuşma, akıl, fikir, kabiliyet, zaman gibi aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün sahalarda “üsve-i hasene”9 (en güzel örnek) olmuş; “İktisat, vasat üzerine bir hayat nasıl yaşanır?” sorusunun cevabını fiilen göstermiştir.
İşte -içerisinde bulunmakla şerefyâb olduğumuz- Ramazan-ı Şerif, mideye oruç tutturmakla beraber sâir maddî ve manevî cihazlarımıza da adeta bir ‘ayar’ çekerek, onları asıl vazifeleriyle, ‘yaratılış maksatlarıyla’ meşgul etmek gerektiği hususunda diğer aylardan daha vurgulu bir şekilde ‘rahmetli bir ikaz’ vazifesi görmektedir. Bu yönüyle Ramazan, ‘maksat ve iktisadı’ hususiyetle hatırlatıp, netice itibariyle her bir âzâ ve hâsseye mahsus olarak yapılacak ‘şükre’ de teşvik etmiş olur. Üstad Bediüzzaman’ın “Ramazan, İktisat ve Şükür” manalarını ard arda sıralamış ve küçük bir risale halinde bir araya toplamış olması ise böylelikle daha iyi anlaşılır.
Elhâsıl: Ramazan, duygularımızı daha bir “iktisat çizgisi”ne taşıyan ve neticede, kulun Rabbi katında en ehemmiyetli bir meyvesi bulunan “şükrü,” belki de en hâlis bir şekilde yaptıran bir mübarek ay olarak karşımıza çıkıyor.
Cenab-ı Hak istifade ve istifâzamızı bol eylesin inşaallah.
İlk yorumu siz yazın