Bediüzzaman, teklifleri neden kabul etmedi?

Millî Mücadele yıllarında Ankara’da TBMM’yi kuran kadro tarafından -başta Mustafa Kemal olarak- “Bu kahraman hoca bize lâzımdır” denilerek ısrarla Ankara’ya davet edilen ve 1922 Kasım’ında geldiği Büyük Millet Meclisinde resmî bir hoşâmedî ile karşılanan, burada bazı çalışma ve görüşmelerde bulunan Bediüzzaman Said Nursî ne olmuştu da Ankara’da ancak 6-7 ay kalabilmiş ve sonrasında Van’a giderek bir mağarada inzivaya çekilmişti?

Bu sorunun cevabını tam olarak verebilmek adına Said Nursî’nin esaret sonrası İstanbul hayatından bir nebze de olsa bahsetmek yerinde olacaktır. Çünkü o, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşırken esir düştüğü Rusların elinden bir şekilde firar ederek 1918 yılında geldiği İstanbul’da siyasî ve içtimaî yönden hareketli bir atmosfere -mecburen- dâhil olup İngiliz işgalcilerine karşı çok ehemmiyetli mücadeleler vermekle beraber, kendisini Eski Said’den Yeni Said’e dönüştürecek ruhî bir inkılâbın içine de çoktan girmiş vaziyetteydi.

Burada Eski Said ile Yeni Said’in temel karakteristik özelliklerini de ifade etmek gerekir. Bütün hayatında olduğu gibi her iki dönemde de “dine hizmet” gayesi en önemli ve biricik hedef olduğu izahtan vâreste olmakla beraber, bu gayesini Eski Said içtimaî ve siyasî hayat içerisinde tahakkuk ettirme emelini beslerken, Yeni Said ise siyasî ve sosyal hayattan uzak bir portre çiziyordu. “Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter.”1 diyordu.

Daha Rusya’daki esaret hayatında başlayan Yeni Said’e ait bu ruhî intibah hâli, İstanbul’a geldiğinde Yuşa Tepesinde, Eyüp sırtlarında, Sarıyer’de uzlete çekildiği evde devam etmiş, Ankara’ya vardığında ise tarihî kaledeki tefekkür halleriyle kendini göstermişti.

Bediüzzaman Ankara’ya geldiğinde aslında içtimaî ve siyasî yönden İslam adına büyük hizmetlere vesile olunacağı ümidini taşıyordu. Fakat maalesef Ankara’da kendi ifadesiyle “en kara bir hâlet-i ruhiye” hissetmiş ve beklediği ortamı bulamamıştı.

Said Nursî, buna rağmen içtimaî ve siyasî olarak mücadeleyi tercih edebilirdi belki. Fakat bu, iki ana sebepten mümkün değildi onun için:

1- Ankara’daki vaziyet, kendi ifadesiyle Yeni Said’in “ihtiyarlık hissiyatına” uygun gelmemişti. Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyordu.2 (Ankara’ya gelmeden evvel başlayan ruhî intibah halleri…)

2- Hadis-i şeriflerde ahirzamanda geleceği haber verilen dehşetli şahıslara ait alâmetleri görmüştü. Yine gelen rivayetlerde, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir” tavsiyesine müraat etmek istiyordu.3

İşte Said Nursî, kendisine bizzat Mustafa Kemal tarafından “milletvekilliği, Şark vilayetlerinde umumî vaizlik, üç yüz lira maaş, köşk tahsisi…” gibi cazip teklifler yapıldığı halde yukarıdaki iki sebepten dolayı bunları kabul etmemiş ve Ankara’dan ayrılmıştı.

Peki, teklifleri kabul edip Ankara’da kalsaydı ne olurdu? Yeni devletin kuruluşunda Said Nursî’nin önemli katkıları olmaz mıydı? Hatta tam da eleştirdiği yönlerden mühim faydalar sağlamaz mıydı?

Evvelâ, Birinci Meclis’te iki farklı siyasî eğilimin yer aldığının ve M. Kemal’in başında bulunduğu grubun bir süre sonra diğer grubu tasfiye ettiğinin tarihî gerçekler arasında olduğunu unutmamak lâzım. Zaten Bediüzzaman’ın da “siyaseten galebe edilemeyeceği” kanaatine sahip olduğu aşikâr. Dolayısıyla Mecliste kalıp siyasî mücadeleye girişmesi elbette düşünülemezdi. Bu “beyhude çabalamak” gibi bir şey olurdu onun için.

Ayrıca Said Nursî’nin yıllar sonra “büyük memurlardan birkaç zatın” sorduğu bir soruya verdiği cevap da, M. Kemal’in tekliflerini neden kabul etmediğinin bir başka önemli sebebini ortaya koymaktadır.

Soru özetle şudur: “Sen neden M. Kemal’in tekliflerini kabul etmedin? Hâlbuki kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun?”

Said Nursî’nin verdiği cevap ise şöyle olmuştur: “Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”4

Evet, Bediüzzaman, dünyevî ve muvakkat bir muvaffakıyeti değil, uhrevî ve kalıcı bir fütuhatı öncelemiştir. Bu bakımdan, Risale-i Nur onun en büyük hedefi olmuştur. Bu gayeyi sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilmesi ise, siyasetten ve dünyevî makamlardan uzak durabilmesiyle mümkün olabilmiştir. Çünkü iman hakikatlerinin muvafıkta veya muhalifte müştakları vardır. Bu davanın hiçbir şeye alet olmayacak tarzda, ihlâs ve istikamet içerisinde ortaya konabilmesi lâzımdır. Bunu için de maddî-manevî, dünyevî-uhrevî bütün makamlardan feragat etmek gerekmekteydi.

Onun, ömrünün son zamanlarında dile getirdiği şu ifadeler de bu hakikatin bir teyidi olmuştur:

“Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerâit [şartlar] altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.”5

Dipnotlar:
1) Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2022, s. 235
2) A.g.e., s. 235
3) A.g.e., s. 160
4) A.g.e., s. 432-433
5) A.g.e., s. 703

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*