İmanın bir lem’ası: Hürriyet

(İslâm Tarihi Üzerinden Kısa Bir Değerlendirme)

İnsan kendisine verilen özellikler sayesinde diğer varlıklardan ayrı bir konuma sahiptir. Bu özelliklerin başında akledebilmesi yani kendi kararında kendisinin etkili bir yere sahip olması gelmektedir. Bu özelliği sayesinde İlâhî vahye muhatap olmuştur. Nitekim bu özelliğini kullanamayanlar dinî görevlerden de sorumlu değildir. İnsanın akletme yetkinliğini kullanabilmesinin en önemli yolu bunu hür bir şekilde gerçekleştirebilecek olmasıdır. Çünkü hürriyetin gereği zorlama altında olmamayı gerektirir. O halde akledebilmenin, dolayısıyla İlâhî vahye tam olarak muhatap olabilmenin yolu hürriyetten geçmektedir. Nasıl ki insana verilen hayat bir nimettir ve yaşam hakkı insanın en doğal hakkıdır. Öyle de insana verilen hürriyet de bir nimet olup insanın hür iradesini kullanabilmesi insanın en temel hakkıdır. O halde hürriyetin ne olduğu, dinimizin bu konuya bakışı ve tarih sürecinde hürriyetin nasıl anlaşıldığı ve uygulana geldiği bizim için önemlidir.

Hürriyet kelimesinin anlam ve kökeni itibariyle farklı yorumları olmakla beraber konumuza yönelik olarak klasik sözlüklerde “soylu olmak, bağımsız olmak” şeklinde tanımlanmış olup türemiş olduğu hür kelimesinin “şerefli ve her şeyin en iyisi” gibi anlamlara geldiği ifade edilmektedir.1 Dinimizin temel kaynağı olan Kur’ân insanın akıl yetisini kullanmasını birçok ayette tavsiye eder.2 Hatta en önemli mesele olan iman hususunda dahi son kararın insana ait olduğunu belirtir.3 Bu konudaki ayetlerde Allah’ın kendi varlığını bile sorgulamaya açarak4 insanı düşünmeye sevk edip işin sonunda kararı yine onun iradesine bırakmış olması insanın kendi hür iradesiyle yaptığı imana verdiği değerin bir göstergesidir. Aynı şekilde dinimizin diğer bir temel kaynağı olan hadis ve sünnetlerde de hürriyet konusunun örneklerini görmek mümkündür. Bizzat Peygamberimizin (asm) hayatında Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşların öncesinde Ashabının fikirlerini alması, kendisine sorulan sorulara itinayla mukabele etmesi, yine Sahabenin bir konuda “Bu görüş Allah’tan gelen bir ayet mi yoksa senin fikrin mi? Eğer senin fikrinse şöyle yapsak daha iyi olur” diyebilmesi5 dinimizin fikir hürriyeti bağlamında ortaya koyduğu değeri açıklar niteliktedir.

İslâm’ın devlet teşekkülüne girdiği Hulefâ-i Râşidîn sürecine bakıldığında da dersini bizzat Peygamberimizden almış olan simaların fikir hürriyetinin gereğini korumaya gayret ettiklerini görmek mümkündür. Öncelikle ilk dört halifenin başa geçme usulleri bire bir aynı olmasa dahi hiçbiri zorlama altında olmamış, çoğunluğun fikir birliği suretiyle gerçekleşmiştir. Başta oldukları süre boyunca da özellikle istişare hususuna dikkat etmiş, karar alırken mutlak surette yanındakilere fikir danışmayı ihmal etmemişlerdir. Yine Sahabe de bu süreçte halifelere dilediklerini sorabilmiş, yeri geldiğinde eleştiri yapabilmiştir. Örneğin Hz. Ömer’e (ra) hutbe esnasında ganimetlerden elde edilenle kimseye bir elbise kumaşı düşmezken kendisinin bunu nasıl yaptığı sorulmuş ve Halife de bu soruyu gayet sakin surette cevaplamıştır. Yine Hz. Ali (ra) bir dava münasebetiyle bir Yahudî ile eşit şartlarda mahkemede bulunmuştur. Bu zamandan bakıldığında görünüşte normal gibi görünen bu durumlar aslı itibariyle Üstadın “İşte Asr-ı Saadet” dediği gerçek bir hürriyetin göstergesidir.

Elbette tarihsel süreçte hürriyet her daim gerektiği gibi uygulanmamış, insâniyetin mâhîsi olan istibdat kendini yer yer göstermiştir. Bunun İslâm tarihindeki ilk örneğinin Emevîler olduğunu söylemek mümkündür. Emevîler döneminde yönetim, monarşiye dönüştüğü için yapısı ve karakteri itibariyle pek çok şeyi değiştirmiştir. Bu süreçte ilk köklü değişiklik, devlet başkanlığı seçiminde olmuştur. İlk dört halife devrinde genelde geçerli olan kural, kimsenin bu göreve kendisini teklif etmemesi ve onu elde etmek için herhangi bir uğraş içerisine girmemesi olmuştu. İnsanlar karşılıklı görüş alışverişi ile bu göreve uygun birisini seçmiş ve iş başına getirmişti. İnsanlar da o halifeye bey’at edip etmeme hususunda tamamen serbest bırakılmıştı. Hulefâ-i Raşidîn’in hepsi bu şekilde halife olmuşlardı. Ancak saltanatın ortaya çıkması, bu kuraldaki değişiklik sonucu olmuştur. Hz. Muaviye’nin hilafeti, Müslümanların toplanarak, müşavere ederek, karar vermek suretiyle halifeliği onun eline emanet etmesi şeklinde olmamıştır. Aksine, o halife olmak istemiş ve icraatları sonucunda hilafeti elde etmiştir. Kendisinden sonra gelen halifelerin genelinin tutum ve davranışlarındaki olumsuz değişiklikler neticesinde halkın ve halifenin arası açılmış, insanlar halifeyi ikaz etmek şöyle dursun, kendi isteklerini bile arz edemez duruma gelmişlerdir. Dolayısıyla da artık istişare mekanizması bozulmuş ve şahsî istibdat hâkim olmaya başlamıştır.

Ortaya çıkmaya başlayan istibdâdın bir diğer örneği de Abbasî Devleti zamanında yaşanan Mihne sürecidir. Halife Me’mun zamanında başlayıp Mütevekkil zamanına kadar süren (m. 833/849) bu süreç istibdâd-ı ilmînin nasıl istibdâd-ı siyâsînin veledi olduğuna dair güzel bir örnektir. Mihne süreci, yanına kendi fikrinden âlimleri toplayan Me’mun’un ve kendisinden sonraki iki halifenin dinî hususlarda, özellikle Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı konusunda tek bir görüşü dayatmaya kalkışarak zamanın diğer âlimlerini zorla ikna etme çabasıdır. Bu süre zarfında başta Ahmed ibni Hanbel olmak üzere birtakım âlimler bu dayatmaya karşı durdukları için fazlasıyla sıkıntı çekmişlerdir. Kimi tarihçiler tarafından Me’mun’un ilim hayatına müdahale etmesinin arka planında kendi otoritesini maddî alanda sağladığı gibi manevî alanda da sağlama alması olduğu ifade edilmiştir.6 Bu da siyasî alandaki istibdâdî hâkimiyetin ilmî hayata yansımasına bir misal teşkil etmiştir.

İlmî istibdat dediğimiz dayatma tarihsel süreçte farklı mezheplerin ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Tesâdüm-ü efkârdan hakikat tebârüz eder manasıyla hakikatin ortaya çıkarılması için gerekli fikir alışverişinin yapılamaması bu istibdâdın artmasına yol açmıştır. Böylece hür fikirlerle ortaya çıkacak olan parlak hakikatler ne yazık ki gizlenmiştir. Neticede aslı itibariyle bir dâne-i hakikatten yola çıkmış olan bazı mezhepler iknâ edilmek yerine zorla bastırılmaya çalışılınca ilmî istibdâdın etkisiyle nüveden çekirdeğe, sonra fidana ve ağaca dönüşmek suretiyle İslâm âlemi içerisinde dal budak salmış ve bu mezheplerin bir kısmı firâk-ı dâlle denilen batıl mezhepler şeklinde temeyyüz etmiştir.

Elbette ki bu süreçlerde tümüyle olumsuz örnekler yoktur. Örneğin bir başka Abbasî Halifesi Harun Reşid’in İmam Malik’in Muvatta isimli eserini dinî otorite kabul etme girişimine İmam Malik’in itiraz etmesi, esasında bir kısım ulemanın her türlü istibdâda karşı oldukları gibi ilmî istibdâda da karşı olduklarına dair misaller arasında sayılabilir. Yine Malik bin Enes ile Leys bin Sa’d arasında mektuplaşma suretiyle gerçekleşen ilmî tartışmadaki dengeli üslup bize fikrî hürriyetin güzel bir nümûnesini sunmaktadır.7 Diğer taraftan İslâm’ın insana sağladığı düşünce hürriyetinin hak mezheplerin müsbet ihtilâfındaki olumlu yanlarını görmek de mümkündür. İslâm dininin geniş çevrelere yayılmasıyla farklı coğrafya ve kültürlerden olan insanların dini yaşama hususunda tek tip bir kayda girmesindeki güçlüğü fark eden mezhep âlimleri İslâm’ın kendilerine sağladığı içtihad kapısı sayesinde bazı hususlarda görüş ifade edebilmiş ve böylece dinin Arabistan dışındaki insanlar tarafından da yaşanmasını sağlamışlardır.

Günümüzde hâlâ hürriyet hususunda yapılan tartışmalar konunun önemini göstermektedir. Bediüzzaman, Dîvân-ı Harb-i Örfî adlı eserinde eğer hürriyet-i âdilâne yaşasa ve bozulmazsa insanın düşünce dünyasındaki zincirlerinin kırılacağını ve ortaya çıkacak fikirlerin Eflâtunları, İbni Sinâları, Bismarckları, Descartes ve Taftazânîleri geride bırakacağını ifade eder. Tarihsel süreçte de Müslümanların Altın Çağı olarak ifade edilen ve birçok bilimsel gelişmenin yaşandığı 8-14. Yüzyıllar fiilen bunun örneğini teşkil etmektedir.

Dipnotlar:
1) İbn Manzûr, Lisanu’l-Arap, “hrr” maddesi; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, “hrr” maddesi.
2) Bakara Suresi / 242; Enfâl Suresi / 22; Furkan Suresi / 44.
3) Kehf Suresi / 29.
4) Enbiyâ Suresi / 22.
5) İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, C. 2, çev: Abdülvehhab Öztürk, Kahraman Yay., İstanbul, 2014, s. 320.
6) Başlangıçtan Günümüze İslam Kelamı, ed. Sabine SCHMIDTKE, çev. Orhan Şener KOLOĞLU vd., Küre Yayınları, İstanbul, 2020, s. 838.
7) Tıklayınız.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*