Beyaz kod

(Bu yazı, 24 saatlik bir çocuk acil nöbetinden çıkmış bir doktorun gözlemidir.)

Zorlu bir nöbetin ardından bilgisayarın başına oturdum ve size kısaca bir doktorun 24 saatlik bir nöbeti nasıl geçiyor ondan bahsetmek istiyorum. Neden? Çünkü ben ne zaman çevremdekilere nöbetimde yaşadığım ve gördüğüm muamelelerden bahsetsem “Aa dışardan hiç öyle durmuyor, aslında neler yaşamışsın!” diyorlar. Yazımızın birinci kısmına “doktorlarla empati” diyebiliriz.

Öncelikle, maalesef acile gelen hastaların yüzde 80’i gerçek acil hastası değil. Bunun dışında hiçbir sorun yok, demek isterdim. Ama maalesef öyle değil, daha yeni başlıyoruz. İki yıldır (!) dizi ağrıyandan tutun, yüzünde bir tane sivilce çıktığı için koştur koştur acile gelenler; yüzünü mora boyayan kızının odasına giden annenin “Bu kız boya mı yapmış?” diye bakmak yerine “Bunun yüzü bir anda morardı” diye koşturarak acile gelmesi… Doğrusu, hastaların içinde gerçekten acil ve genel durumu kötü hastaları arıyoruz.

“Çocuğunun antibiyotiğe ihtiyacı yok” dediğimiz halde, hasta yakınının tatmin olması ve bizi dövmemesi için altı yıllık eğitimimizi kurban ettiğimiz bir sistemin içinde sürüklenmekteyiz. Sabah aile hekimine gittiği halde, bir de acil görsün diye gelenlerin varlığı ya da sabah muayene edip, yedi günlük bir tedavi süreci olduğunu söyleyerek gönderdiğimiz hastanın aynı günün akşamında gelip, “Ee hocam bu iyileşmedi.” demesi gibi insanın sabrını gerçekten azaltan olaylar yaşanıyor. Bulduğunuz “gerçekten” acil hastanız için çabalarken dışarıdan gelen hasta yakınının, “İki saat oldu hasta bakmıyorsunuz (aslında 10 dk beklemiştir), boş boş oturuyorsunuz.” demesi ve üstünüze yürümesi ve beyaz kodla (hekime şiddet kodu) sonlandırdığınız muayeneler…

Bardağı taşıran bu son damladan sonra ne mi oluyor? Hasta bakmaya devam ediyorsunuz ve içinizden, o hastanın çocuğuyla değil de başka birinin çocuğuyla uğraştığınız için dayak yememek için dua ediyorsunuz.

Bunları neden mi anlatıyorum? Siz hastaneye gittiğinizde bir doktor görüyorsunuz; oysa biz yüzüncü, iki yüzüncü hastamızı görüyor oluyoruz. Ve size gelene kadar mental ve bedenen yaşadığınız yorgunlukları bir kenara bırakıp sizi değerlendiriyoruz. Bu demek değildir ki, bütün bu yaşadıklarımız bir doktorun bir hastaya kötü davranmasını normalleştiriyor. Asla. Kimse kimseye kötü davranmamalı. Kimse kimseyi aşağılamamalı. Doktor, ilmin izzetini muhafaza etmeli; hasta, hasta olduğunun farkında olarak en azından ondan bu noktada ilmen daha üst birinin tecrübelerine ve tedavisine güvenmeli.

Biliyorum polikliniklerden muayene randevusu alamadığı için acile gelen yüzlerce insan var ama inanın sistemin içinde bu kadar sıkıntılar varken, “sağlık okur yazarlığı” bu kadar düşükken, doktora güven bu kadar az iken siz de haklısınız, biz de.

Geldik hastalarımızla empatiye. Her mesleği severek yapan var, sevmeyerek yapan var. İyi insan var, kötü insan var. Farklı insan karakterleri var. Bu kadar çeşitliliğin içinde doktorlar da hastalar da tabii ki çeşit çeşit.

Bir seferinde bir hocamız demişti; “Bir hastanın hastaneye mükerrer başvuruları varsa onunla detaylı ilgilenin. Çünkü o hasta ve yakını, hastaneye girdiğinden itibaren başta yolu sorduğu güvenlik, kayıt açtırdığı sekreter, tedavisini yapan doktor ve hemşireden o kadar çok ters cevap almıştır ki; buna rağmen ikinci kere geliyorsa gerçekten kendisinde veya hastasında bir problem olabilir.” Üzülmüştüm bunu duyduğumda. Hastamızın nereye gideceğini, tedavi sürecini elimizden geldiğince sabırla ve güzel bir dille anlatmak gerek. Annemize, babamıza hastanede nasıl davranılmasını istiyorsak; bütün hastalara öyle davranmalı. Nihayetinde onlar da birisinin annesi, babasıdır. Hastamıza, tek amacımızın kendisine yardımcı olmak olduğunu, bunun bizim görevimiz olduğunu ve hastamız için en iyisini -imkanlar el verdikçe- yapmaya çalıştığımızı hastaya veya yakınına anlatınca, elbette bizi anlayacaktır. Gelin görün ki; hayatı insan ilişkileri ile geçecek olan bir mesleğin, eğitim sürecinde bir iletişim dersinin olmayışı sistemin baş problemlerinden birisidir.

Doktorların hastalıklara karşı desensitizasyon (duyarsızlaşma) geliştirmesi beklenen bir sonuç, ama hastalara karşı en azından sempatimizi yitirmememiz gerek. Gözlerinin içine bakarak, onu önemseyerek yaptığınız bir muayene; onun insanlığa ve doktorlara dair umudunu arttıracaktır.

Böylece hasta sinirlenmeden evine gidecek ve evinde gücünün yettiği insanlara kötü davranmasının, bağırıp çağırmasının önü alınmış olacaktır. Bu, hayatın her karesi için geçerlidir. Bir insanın duygularını yıpratmanın, onu sinirlendirmenin sadece o kişiye zarar olmuyor. Maalesef sizin anlayışsızlığınız yüzünden trafikte sinirlenen bir baba mesela, eve gittiğinde ailesine zarar verebilir.

Böyle bir vebalin altına kimse girmemeli. Hayatın her yerinde hoşgörü hâkim olmalı. İnsana, özellikle Müslümana yakışan budur. İnsan, karşısındakini önemsemeli, ona kendini kıymetli hissettirmelidir. Peygamberimizin (asm) yaptığı gibi. Gerçekten haksızlığa uğradığınızı düşünüyorsanız, sistemi harekete geçirerek engel olmaya çalışmalı daha da olmuyorsa onu da Allah’a havale etmelidir. Neticede Cenab-ı Hakk zerre kadar iyiliği de zerre kadar kötülüğü de görür, bilir ve herkese hakkını verir. O zaman, doktor da olsanız; hasta da olsanız, hak hukuk konusunda ilahî kelama kulak vermenin bir gereklilik olduğunu fark ediyorsunuz.

“Onlar öyle kişilerdir ki, yalan yere şahitlik etmezler, boş ve anlamsız şeylerle (uğraşan kimselerle) karşılaştıkları zaman yanlarından vakarla geçip giderler.” [Furkan, 72]

Dipnotlar:
1) Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Rüyanın Zeyli.
2) Mektubat, 16. Mektup, 2. Nokta
3) Enfal Suresi 46. Ayet.
4) Eski Said Dönemi Eserleri, Sadâ-yı Hakikat başlıklı makaleden
5) Hutbe-i Şâmiye.
6) Emirdağ Lahikası s. 652-653.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*