Esma kelimesi Arapçada “isim” kelimesinin çoğulu olarak ifade edilir. Esma-i İlahiye ise Yaratıcının isimleri olarak tabir edilebilir.
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını şöyle kategorize edebiliriz:
- Allah’ın aynî sıfatları vardır. Bunlara zâtî sıfatlar da denilir ki O’na mahsustur. Bu sıfatlar şöyle sıralanabilir: Vücûd, kıdem, beka, muhâlefetün lil-havâdis, kıyâm binefsihî ve vahdâniyet. Bu tenzihî sıfatlar iş ve icraat yapmazlar. Bu sıfatlar Allah’ın Zâtının aynısıdır, başka bir mana ve gayrılık ifade etmezler. Bu sıfatlar fâil değillerdir, bir kudret, bir irâde gibi varlıkları ve tasarrufları yoktur.
- Bir de Allah’ın gayrî sıfatları vardır; halk (yaratma), tanzim (düzene koyma), terzîk (rızıklandırma), imâte (ölümü verme), ihya (hayat verme) vs. gibi. Bu sıfatların tecellisi gayrın varlığına bağlıdır. İşte bu sıfatlar kâinatta esma-i İlahiye olarak tecelli eder. Hâlık, Munazzım, Râzık, Muhyî, Mumît isimleri gibi.
- Bir de Allah’ın ne aynî ne de gayrî olmayan sıfatları vardır ki bunlara sübutî sıfatlar da denir. Bunlar; hayat, ilim, irade, sem’ (işitmek), basar (görmek), kudret ve kelamdır.
Bu sıfatlar Allah’ta hadsiz olduğundan, insanın bu sıfatların farkına varabilmesi ve tam manasıyla tanıyabilmesi mümkün değildir. “Çünkü, mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.”1
Bundan ötürü Allah, insana bu sıfatlardan cüz’î numuneler vermiştir, ta ki kendindeki cüz’iyattan yola çıkarak küllî ve mutlak sıfatları fark edebilsin.
İnsan, bahsi geçen esma ve sıfatlara üç cihetle ayinedir.
- Birinci cihet: “İnsan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.”2 Yani, burada zıddiyet söz konusudur. İnsan, kendindeki bazı noksan ve kusurlu özelliklerin zıddına bakarak Cenab-ı Hakk’ın bazı mutlak özelliklerini fark ediyor. Aciz olan insan Kadîr-i Mutlak’ı; cahil ve öğrenmeye muhtaç olan insan Alîm-i Mutlak’ı fark edebiliyor ve hakeza…
- İkinci cihet: “İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâliki’nin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, ‘Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,’ ve hâkezâ…”3 Yani insan nisbet/kıyas yaparak Allah’ın sübutî sıfatlarının kendinde tecelli eden cüz’î numunelerini fark eder.
- Üçüncü cihet: “İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder.”4 Yani Allah’ın gayrî sıfatlarından ortaya çıkan esma-i ilahiyeyi kendi üzerinde fark eder.
İşte insan sair mahlukattan farklı olarak kendine verilmiş olan enaniyet, irade, nefis, şuur, akıl gibi melekeler sayesinde Rabbini tanıyabilme fırsatına sahiptir. Yaratılışın da esas gayesi O’nu tanımak ve O’na ibadet etmektir. Bu kabileyete en kâmil manada sahip ancak insandır. Bu da insanı eşref-i mahlukât mertebesine çıkarmıştır. Hem insanın üzerinde çok fazla isim ve sıfat tecelli eder hem de insan kainattaki bu tecelliyatın farkına varabilir.
Gelelim tıp ilmine. Tıp ilmi, Şâfî isminin tecelli etme safhalarının keşfedilmesidir. Esma-i İlahiye’nin Cenab-ı Hakk’ın gayrî sıfatlarından ortaya çıktığına değinmiştik. Bu, masivanın (Allah’tan gayrısının) varlığıyla ancak mümkün olabilmektedir. Mesela, kimsenin hasta olmadığı bir dünyada Şâfî ismi fark edilemez. Dolayısıyla hastalığın perde arkasına baktığımızda Şâfî isminin tecellisine vasıl olmayı sağlamasını görürüz. Tüm hadiseler böyledir. Bazı fiil ve olaylar zahirî olarak güzeldir, bazıları da esmanın keşfedilmesine ve dolayısıyla Allah’ın daha da iyi tanınmasına vesile olması itibarıyla güzeldir. Hastalık bazen elem çektirmesi ve bazen de ölüme vesile olması cihetinden “kötü” addedilir fakat; hem insanın aczini anlamasına vesile olması hem de “Şâfî” isminin fark edilmesine vesile olması dolayısıyla çok hikmetlidir. İnsanın bazen afiyetinin kaybolması gerekir ki, çoğu zaman onu afiyette tutan Muâfî ismi fark edilsin. İnsan açlık hissetsin ki Rezzak bilinsin. Netice itibariyle yaratılış amacımıza hizmet eden her hal iyidir, güzeldir.
Konuyla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Hastanede ameliyatlardan sonra hastalara hep söylenen şudur; “Biz elimizden geleni yaptık, ameliyat olması gerektiği gibi geçti. Bakalım, iyileşip iyileşmeyeceğini zaman gösterecek” ya da hastaya bir ilaç reçete edilir ve denir; “Bu ilacı kullanın, bir ay sonra kontrole gelin”.
İşte bu “zamandan” beklenen şey şifanın gelip gelmeyeceğidir. Çünkü daha önceden aynı ameliyatlar aynı tabiplerce defalarca yapılmış veya aynı ilaçlar çok kişilere reçete edilmiş, kimisinde şifa tecelli etmiş kimisinde etmemiştir. Şâfî isminin hangi hastada tecelli edeceği ancak Allah’ın hikmetine vabestedir.
Bütün ilim dallarında olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın sünnetullahı -yani adetleri- keşfedildikten sonra deney-gözlem ile kainattaki bir fenomenin bir sonraki adımda nasıl hareket edeceği öngörülebilir. Bu hikmetli düzen insana Adl ve Hakîm ismini hatırlatır. Her atomun ve atomlardan mürekkeb hücrelerin halleri ve hayattarlıkları Hayy ve Kayyum isimlerini hatırlatır. Sperm ve yumurtanın birleşip safha safha insanı oluşturma macerası hakeza Muhyî, Rahîm, Ferd, Musavvir gibi birçok ismi hatırlatır. Dolayısıyla ilm-i Tıb, esmanın ekserine tecelligâh olmuştur denebilir. Ne mutlu bunu okuyabilen ve okutabilenlere…
İlk yorumu siz yazın