İletişim teknolojilerinin ilerlemesiyle artık mahallemizin dışındaki zulüm ve haksızlıklardan haberdar olabiliyoruz. Bir kötülük gördüğünde eliyle, olmuyorsa diliyle müdahale etmesi, o da olmuyorsa kalben buğz etmesi emredilen Müslümanlar olarak; haberdar olduğumuz ama kolumuzun uzanamadığı kötülükler karşısında etkisiz ve çaresiz hissediyor ve elimizden ancak dua geldiğini düşünüyoruz. Peki gerçekten düşündüğümüz kadar etkisiz ve çaresiz miyiz? Modern dünyada “eliyle ve diliyle düzeltmek, kalben buğz etmek” neye tekabül ediyor?
Küreselleşmeyle birlikte dünyada yaşanan hemen her şey ekonomik ve politik ilişkilerle birbirine bağlı hale geldi. Tüketici ve siyasî varlığımızla bizler de bu devasa ağın parçalarıyız. Dolayısıyla gerçekleşen pek çok -iyi veya kötü- gelişmenin muhatabıyız ve onlardan etkilenip onları etkileme potansiyeline sahibiz. Fakat bu sistemin parçası olduğumuz için sistemin ürettiği adaletsizliklerin sorumlusu olduğumuz inancı, global sorunların (iklim krizi, su sorunu, emek sömürüsü…) esas sorumlularının dev şirketler, devletler ve onların kurduğu sistemler olduğu gerçeğini gözden kaçırmaya sebep olabiliyor. Böylece devletler ve şirketler çıkarlarını garantiye alırken, bu erklerin eylemlerinin maliyeti ve sorumluluğu bireylere kesiliyor. Halbuki şirketler de devletler de varlıklarının devamı için kitlelere, halka ihtiyaç duyar. Bireylerin gidişatı etkileme potansiyelinin kaynağı da işte burada yatıyor. Yani örgütlenerek tepki ve taleplerini ortaya koyduklarında bireyler, bu dev güçler karşısında etkisiz eleman değil; bilakis yaptırım gücünün kendisi oluyor.
Bunun en güzel örneklerinden birini, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kesilmesi yönündeki ısrarlı ve sebatkar duruşlarıyla küçük sayılacak bir aktivist grup yakın zamanda gösterdi. Söylemleriyle Filistin’e “yanındayız” mesajları vermesine rağmen İsrail’le ticari ilişkilerini aksatmayan hükümet, aktivist grubun çağrılarına 9 Nisan’da yayınladığı İsrail’e ihracat kısıtlaması kararıyla karşılık verdi. Türkiye’de, Türkiye’nin İsrail’le siyasî ve ticarî ilişkileri kesmesini isteyen on binlerce insan var. Ancak değişime dair tüm talepler ve şikâyetler, on binlerce insandan bile olsa, örgütlenerek muhataplarına ulaştırılmadığında etkisiz kalıyor. Belirli bir amaç için insanlar bir araya gelip örgütlendiklerinde ve bu hareket halktan destek bulduğundaysa dev güçlerle bile mücadele edilebiliyor. Aynı şekilde 7 Ekim’den sonra yayılan boykot hareketi sayesinde pek çok global şirket, İsrail’le işbirliklerini bozdu ya da kontrat yenilemedi. Dolayısıyla Müslümanlar kollarını birbirine kenetlediğinde dünyanın öbür ucundaki kötülüğe bile uzanmak ve onu “dil ile düzeltmek” mümkün. Yani hadiste geçen “el ile ve dil ile” müdahale, modern dünyada aktivizme tekabül ederken; aktif mücadelenin ve örgütlenmenin mümkün olmadığı durumlarda bireysel davranışlarla zulme karşı duruş almak da “kalp ile buğz etmeye” denk düşüyor olabilir.
Allah Resulünün de peygamberliğinden önce, zalimlere karşı mazlumların haklarını savunmak için kurulan Hilfü’l-Fudûl Cemiyeti’ne katılması kuşkusuz anlamsız değil. Zamanın toplumsal problemlerine karşı sivil bir örgütlenme olan Hilfü’l-Fudûl, “İslâmî aktivizm” arayışı için güzel bir başlangıç noktası olabilir. Zira Allah Resulü, peygamberliğinden sonra, zulme meydan vermemeyi ve haklarını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket etmeyi düstur edinmiş bu cemiyette bulunuşundan hayırla bahsetmiş ve İslâmiyet devrinde bile çağrılsa icabet edeceğini söylemiştir.1
Peki nasıl bir aktivizm? Şüphesiz aktivist eylemler belli oranda provokasyon riski ve aktivistlerin niyetlerinden bağımsız olarak tüm hareketin erkler tarafından terörize edilmesi tehlikesini taşıyor. Bu tehlikelere karşı alınabilecek önlem ise; ısrarlı biçimde ilan edilen hedeflere sadık kalmak. Yakup Coşar, Sivil İtaatsizlik kitabının önsözünde güzel bir tarif yapıyor: “Sivil itaatsizlik gizli değil, açık/alenî bir eylemdir. Alenîlik sadece eyleme katılanların kendilerini gizlememelerini değil, yapılan eylemin kamuoyunca algılanabilir özellikte olmasını gerektirir. (…) Hesaplanabilirlik ise eylemin seyri ve sonuçlarının eylemin başında söylenenlere uygun olmasıdır. Örneğin sessiz oturma eylemi yapılacaksa, yapılacak olan sadece budur, ardından bir başka eylem gelmeyecektir. Hesaplanabilirlik ayrıca eylemcilerin samimiyeti ve inandırıcılığının, söyledikleriyle yaptıklarının uyum içinde olmasının ifadesidir. Aynı zamanda, eylemin terörize edilmesi, başka şekilde sunulmasının önünde ciddi engel oluşturur.”2
Bediüzzaman Said Nursî de, Hutbe-i Şamiye’de İslâm âleminin altı hastalığından biri olarak yeis, yani ümitsizliği anar. Haksızlığa karşı örgütlenme/aktivizm bağlamında okunduğunda Bediüzzaman’ın çıkardığı tablo adeta, kötülüklerden haberdar olduğu halde “eliyle ve diliyle” düzeltmeye gayret göstermeyen bizleri, modern Müslümanları tarif etmektedir:
“Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, ‘Herkes benim gibi berbattır’ diye şehâmet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.”3
Yine de küresel güçlerle mücadele ederken, durum zaman zaman ümitsiz gözükebilir. Zira hak mücadelelerinin sonuçsuz kalması da aktivistlerin bu uğurda zarar görmeleri de hiç nadir değil. Böyle zamanlarda Bediüzzaman’ın öğüdüne uyup “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” ayeti ve “Bir şey bütünüyle elde edilmezse, bütünüyle de terk edilmez” hadisine sarılmalı, ümitsizliği kırmalıyız.
İlk yorumu siz yazın