Minimalizm diye bir şey var malumunuz. Artık çoğu şeyin “sadesi” makbul. Telefon tasarımları, kıyafet modası, marka logoları, eğitim müfredatları gibi birbirinden bağımsız konularda dahi, pek çok kulvar minimalist akıma ayak uyduruyor.
Mesela “bize göre” eski zamanlarda, apartmanlarda oturmak imtiyazken günümüzde “şehrin hemen tüm zenginleri” müstakil evlerinde yaşamak için şehrin biraz uzağına atıyor kendini.
İnternetin; dünyayı, iyi-kötü bir köy haline getirdiği vetirede, kentten köye kaçmak neden?
Gökyüzündeki yıldızları görebilmek, ciğerimize hava-i nesimîyi, nefesimizin sonuna kadar çekebilmek için mi?
Yumurtayı tavuktan, domatesi dalından almak için mi? Organik yaşam da moda ya, her yer yöresel ürün marketleriyle doldu. Yani rafine şehir hayatı; normal ve alışılageleni dahi aranır duruma getirdi.
Sizde de mi öyle bilmem ama, ben “doğal” süt ve ürünlerini de tüketemiyorum. Ama süt aromalı gofretleri falan severim; proteinleri, bisküvileri de severim. Sonuçta onların reklamları ekranlarda ve o ürünler raflarımızda… Sütün kendisi değil.
Öyleyse köy hayatı benim neyime? Köy hayatı ne ki? Kârgir bir bina ve tarla tapan işleri mi? Şalvar ve lastik giymek mi? Köylülük ne demek peki? Saf, misafirperver, çalışkan, fakir, cahil…
Yoksa günümüzde köy; şehirlerin ve şehirlilerin dışladığı kavramların kümesi mi? O zaman kendimizi nerede konumlandıracağız? Benim için tam bir kimlik karmaşası. Orada, uzakta bir köy var mı gerçekten? Varsa kimin?
Şehir ne demek? Horoz yerine, alarmla uyanmak ya da tuvaletlerin evin içinde konumlandırılması mı? Toplu taşımada, kulaklıkla geçen saatler mi; yoksa bir kat yukarımızda oturan komşumuzu hiç tanımamak ve aynı asansörde karşılaşmamak için dua etmek, boş asansör kabini kollamak mı?
Şehir, menediyet… Medenî kelimesi ‘’Medineli’’ demek aslında. Mekke biraz daha köy ya hani. Ama büyüklükte bir mikyas olmasa gerek. İşte hakikî bir köylü ve kâinatın gerçek efendisi…
Mekân ve muhitin insan üzerindeki tesirini herkes kendinde hisseder. İstanbul’da çok dost ve yardımcılar varken Külliyatın büyük kısmının, karayolu bile olmayan bir köyde yazılması acayiptir. Büyük insanların inzivası kadar acayiptir. Geçmiş zamanın çilehaneleri ve riyazetleri kadar… Gökyüzündeki yıldızları görmek için şehrin ışıklarından kaçmak kadar acayiptir.
Bu mümkün mü? Şimdi bavullarımızı, büyüklerimizin şehre gelmek için seferber oldukları köylerimize, geri dönmek için mi toplayalım? Onlar ne için geldi ve biz ne için döneceğiz? Bir de beyin göçü çıktı şimdi…
Eğitim, iş imkanları, kan davaları ve eski zamanda yol-su-elektrik için gidilen şehirlerin atmosferi, gidip de umduğunu bulamayanların teessüflerinden çıkıp yükselen ‘Ah, vah!’larla ağırlaşıyor. İçindekileri boğuyor. Maneviyatına ilişiyor. Bazen antipsikotiğe, bazen sigaraya ve bazen de daha kötüsüne muhtaç ediyor. Ya da aklımızı bir dakikalık videolara kitliyor.
Çözüm ne peki? Şimdi kalkıp köye gidemem. Ayrıca böcekten vesaire de huylanırım. Köyü kendime getirsem? Aklımızdaki ideal köyün ve köylünün temizliğini, saflığını, samimiyetini… Şehirde bir köy hayatı yaşasam? Yaşayabildiğim kadarıyla…
Sanırım önce kendimi ‘dijital şehirlerin’ keşmekeşinden, hiç olmazsa ilmin irfanın konuşulduğu ‘dijital köy odalarına’ atmam gerekecek. Sosyal medyadan çıkıp, odaklı bir mecra bulmakla başlayabilirim. Belki de en büyük icraatım bu olur.
Evet, evet aynen öyle. Üstad İstanbul’a ve ben yaşadığım şehir hayatına: “Elveda, ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım. Sen zehirli bala benzersin. Belki, medeniyet libâsı giymiş vahşî adama benzersin. Sureten ne kadar medenîliğin var; sîreten dahi nifak, sefahat, ağraz içinde o kadar, o derece vahşîsin, tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum.”1
İlk yorumu siz yazın