“Köye dönüş isteğinin arkasındaki sebepler neler? Böyle bir istek gerçekten var mı yoksa sosyal medyada gördüğümüz ‘Cottagecore’1 estetiğinden mi etkileniyoruz? Köye dönmekle kastettiğimiz veya istediğimiz nedir? Köy hayatı yaşamak istiyor muyuz yoksa şehir hayatı yüzünden havası temiz ve az insan olan bir yere mi özlem duyuyoruz?”
Pandemiden ve pandemi sonrası derinleşen ekonomik krizden beridir hepimizin aklında aynı soru var: Köyüme dönmeli miyim? Asla ev alamayacaksam, ölene dek bu pis şehirde kiracı olmalı mıyım? Anne babası köyde doğmuş ve hâlâ gittiği bir köyü olan, yarı yarıya şehre yerleşmiş insanlar olarak ortak sorularımız bunlar. Bizler arada kalan nesiliz. Birçok konuda olduğu gibi köy-kent meselesinde de arada kaldık. Ne Z kuşağı kadar akıllı ve farklı bir nesiliz, ne de ne yapacağına karar verebilen.
Bu arada kalmanın hem iyi hem kötü yönleri var; mesela hiçbir yere ait olamamak veya iki tarafın nimetlerinden de faydalanmak. Anne babalarımız köyde doğmuş ve büyümüş olmanın verdiği bilgi birikimine sahipler, biz çoğunlukla onları izledik ve bir şeylere sadece yardım ettik. Çıraklık eğitiminden öteye geçmedik. Hatta çırak olduğumuz bile söylenemez, biz sadece kültüre çok aşina turistleriz. Köye gideriz, fındığa yardım ederiz, hatta 20 gün fındık toplarız ama bir şey bildiğimizden değil, fındıktan da ağacından da anlamayız. Annemizin fındık vakti yaptığı on beş farklı işe nasıl güç yetirdiğini hayretle izleriz. Bu esnada en ufak yardıma bile hayır diyemeyecek olan ailemiz bizim bu “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” hâlimize karşı ses çıkarmaz. Bu nesil, ancak anne babaları öldüğünde köyle ilgili nasıl bir duruş alacağına karar verebilecek gibi. Köylülerin yarı şehirli çocuklarının, neredeyse tamamen şehirli çocukları. Bizim nesle bu sıfat yakışır; “neredeyse tamamen şehirli”.
Burada şehir ve köy faresi kavramlarının kafamızdaki yerini sorgulamak gerekiyor. Çünkü doğaya dönmek, organik veya zararsız gıda arayışı, şehir hayatından bunalan insanların yeşil bir yere gittiklerinde hissettikleri o büyük rahatlama derken, köyü bir nevi rüya ya da idealize edilmiş bir ütopya biçiminde algılayabiliyoruz. Köy dediğimizde istediğimiz veya kastettiğimiz hayat tam olarak nedir? Köy diyerek çiftçiliği mi kastediyoruz, Amişler gibi teknolojiden uzak bir yaşamı mı, yoksa az sayıda insanın sosyalizm benzeri bir ideal için bir araya gelerek oluşturduğu modern bir eko-köyü mü?
Kastettiğimiz yaşam biçimi çiftçilik veya hayvancılıksa bunun için yine birçok farklı seçenek mevcut. Bu ideal, bulunduğumuz şehre göre çok değişkenlik gösteriyor. Doğu Karadeniz’in yaylalarında az sayıda hayvana sahip olup tereyağı ve süt satarak yaşamak ve kazandığı parayla yaşam şartlarını biraz olsun geliştirecek yatırımlar yapmak mümkün. Bunun yanında Konya ovasında 100 dönüm yer satın alıp tamamen endüstriyel biçimde ve toprak ağası standardında yaşamak da var. İşi toprak olan insanların yaşam biçimleri birbirinden fersah fersah ayrılıyor. Sezon açılana kadar Ankara’da, tüm yaz sezonu boyunca Bodrum’da yaşayan, canı çekince Torosların eteklerinden topladığı otlarla salata yapan, salatasının yanında oltasıyla tuttuğu balığı kızartan yazlıkçı teyzenin hayat tarzı da bu hayallere dahil olabilir. Teyzeyle farkımız onun vakt-i zamanında hem Ankara’dan hem de Bodrum’dan ev satın almış olması…
Bizim “köye yerleşmek” diye hayal ettiğimiz şey belki de köy işleri ve köylülük değil, ülke şartlarıyla artık asla kavuşamayacağımız erken bir emeklilik hayali. Aslında şehrin yaşam tarzını ve yalnızlığını sevip, sadece doğal gıda arayışında olabiliriz, fark etmeden sadece bahçeli ev arayışında bile olabiliriz. Köy hayalinin ayrıntısına inildikçe farklı ihtiyaçlar ve motivasyon kaynakları görünmeye başlıyor. Şehirde haftada 60-70 saat çalışıp çok zor şartlarda kirayı ancak ödeyebilmek, eğitimin gitgide daha kalabalık sınıflarda verilmesi, teknolojiye kontrolsüz maruz kalan çocuklardaki bozulma vb. faktörlerin hepsi, köyde babadan kalma eski evin onarılmasında itici güç olabilir. Burada fark edilmesi gereken; ancak ne aradığını bilen insanın aradığını bulabilecek olması. Öyle ya, hiçbir iş yapmadan sadece köy evine taşınarak organik gıdalarla karnımı doyuracağım hayaliyle yaşıyorsam, hayatımda hiç köy yaşamı görmediğim hemen anlaşılır. Köyde çocuklarımı daha iyi muhafaza edebileceğimi düşünüyorsam ne kadar yanıldığımı son yaşanan hadiseler bir kez daha ıskartaya çıkardı.
Köyümüze elektrik 1970’lerin sonlarında gelmiş. Elektriğin gelişinden bir süre sonra motor alınmış ve su deposu kurulmuş, böylelikle 80’lerin başında evlerin içinde su akmaya başlamış. O tarihten önce bütün işler taşıma suyla dönüyormuş. Televizyonlar seksenlerde alınmış, ilk plastiğin giriş tarihi bilinmiyor. İlk gübre Menderes seçildikten sonra gelmiş, köyde üretimde bir devrim olmuş. Gübre çıkmadan önce köyümüzde ürünler bol yetişmiyormuş. İnsanlar büyük ölçüde kendi ürettiklerini yiyormuş ve üretim yetersizmiş. Bolluk bereket içinde yaşamıyorlar, büyük zorlukla ürettikleri ve taşıdıkları gıdaları tüketiyorlarmış. Ancak üretemedikleri temel gıdalar çarşıdan alınıyormuş; bizim memleket için bunlar sıvı yağ, un, şeker gibi şeyler.
İlk arabanın geliş tarihi altmışlar. Araba köye çıkmadan önce köyün erkekleri elleriyle araba yolu yapmışlar, araba yolları yapılmadan önce sadece patika yollar varmış. Yani yol yokmuş. En yakın ilçe yedi sekiz kilometre uzaklıkta, o yol gerekirse yürünüyormuş… Köyde ciddî bir hastalık olursa insanlar el yapımı sedyeyle yürüme belki iki saatte ilçeye taşınıyor, oradan kayıkla Trabzon’a götürülüyormuş. Yolda ölen olursa Allah rahmet eylesin… Trabzon’da çözülemeyen hastalıklar Ankara’ya sevk ediliyormuş. Yine yetmişlerde ve seksenlerde köydeki atölyelerde el yapımı silah üretimi varmış. Daha eskide, babamın ninesi zamanında köyde kendirden iplik üretiliyor ve üretilen iplikten kumaş dokunuyor, sonra kıyafet dikiliyormuş. Ben bunların hiçbirini görmedim. Benim gördüğüm köyümüzde her zaman araba yolu, elektrik, su ve internet vardı.
Bu yüzden köy dediğimizde 30-40 yıl önce akla gelen yer anlaşılmamalı. Köyde yaşayanlar artık şehirdekilerle aynı şekilde pazara ve markete gidiyor, yiyeceklerinin büyük kısmını çarşıdan alıyorlar. Köyün üretimi artık hayatta kalmak ve beslenmek için değil, hobi bahçeciliği biçiminde. Ziraî tek ürünümüz olan fındık var, ancak insanların büyük kısmı fındık zamanı köye gelip fındığı satıp gidiyor. Bahsettiğim köyde ben küçükken, yani 2000’lerin başlarında çöp çıkmıyordu. Tüm organik atıklar ya tavuklar için ya inek için ya da kedi-köpek için ayrılıyor; yenilmeyecek atıklar kemreliğe dökülüyor, ambalaj atıkları yakılıyordu. O zamanlar bir eko köy olduğumuzu söyleyebilirim.
Bugün köyümüzün ilçeden ya da şehirden ne yaşam tarzı olarak ne de doğal yaşama yakınlık bakımından pek bir farkı kalmadı. Akıllı telefonlardan ve internet devriminden sonra köyün, doksanlardaki hâline göre bile çok değiştiği söylenebilir. İnsanlar artık köydeki zor ve zaman gerektiren işleri yapmıyor, yapmak istemiyor. Ofis çalışanlarında y-z kuşağı arasında görünen fark köyde de mevcut. 30 yıl önce köy hayatının temel taşı sayılabilecek olan inekler şu an karaborsa durumundalar çünkü inek bakacak kadar sabrı ve çalışma azmi olan nesil neredeyse yok oldu. Köye yazdan yaza gelen yarım köylülerin süt veya yumurta alabilecekleri kapı kalmamış durumda. Köyde yaşıyoruz, yine de marketten alınmış kafesli tavuk yumurtası yiyoruz. Tüm bu saydığım sebepler yüzünden köy dediğimiz kavramın nereye gideceğini düşünme gerekliliği doğuyor. Bize yeni bir köy lazım. Köy 2.0.
Bunlar ilçeye yakın bir Karadeniz köyündeki gözlemlerim. Anlattıklarım, toprakları çok geniş ve verimli başka şehirler için veya en yakın ilçeye 40-50 kilometre uzaklıktaki yüksek Karadeniz köyleri için geçerli olmayabilir. Bugün Türkiye’de hâlâ tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılayan köylüler belki mevcuttur, ancak bizde durum bu 🙂
Köye dönmek isteyenlerin gözden kaçırdığı bir diğer kısım; dağlarda özgür yaşayan insanlar gibi duran köylünün, aslında birçok şeyin esiri olduğu gerçeği. İneği ya da hayvanı olan köylü -hayvancılıkla geçinmese bile- ineğin esiridir. Ev kedinizi hatta bebeğinizi ailenize emanet edip 20 gün tatile gidebilirsiniz ama ineğinizi iki gün birine emanet edemezsiniz. Birine emanet edilemeyecek kadar fazla sorumluluğu var. Köylü kadın, bağa bahçeye fotoğraf çekimi için gitmez. Doğu Karadeniz’de kışlık odununu 5 kilometre mesafedeki yamaçlardan sırtında eve taşır. Otu inek için eliyle biçer, sırtında yola taşır. Fındığı sırtında taşır, patatesi sırtında taşır, gerekirse hem bebeği hem mısır yükünü sırtında taşır. Yenilecek her şey için bahçeyi hazırlar, otları yetiştirir, toplar, doğrar, yemek yapar, yedirir. Kış için hazırlık yapar… Köylü köyün esiridir.
Köyde işin esiri olmadan yaşamak isteyen yeni insanın asıl geçim kaynağının köy olmaması gerekliliği uzun zaman önce fark edilmiş ve bu yüzden insanlar başka şehirlere çalışmaya gitmişler. Bir insan ilçede memur olup her sabah köyden işe gidip gelebilir. Online çalışan bir ofis elemanı olabilir, köyde influınsır olabilir. Bu durumda mevcut işinden kazandığı para hayatını sürdürmesi için yeterli olur. Hem köyde yaşar hem de yaşamaz. Çünkü bu senaryoda çalışan kişi gerçek anlamda köylü değil, köyündeki bahçeli evde kira vermeden yaşayan bir insan. Bu kişi evinin kapısını kapatıp tatile gidebilir, sahip olduğu parayla komşusundan süt, yağ ve yumurta alabilir. Hem temiz havada yaşar hem doğal beslenir hem de köy işlerinin büyük kısmından âzâde olur. Geçimini köyde kazanmak zorunda olan insanlar günlük bir ücret karşılığında ve fiziksel olarak çok ağır işlerde çalışıp evlerine ekmek getirir. Bu insanların eşleri de evde yenecek tüm gıdaların yetiştirilmesinden ve yenebilecek hâle getirilmesinden sorumludur. Hiçbir yere gidemezler. İstediklerinde iş yapmaktan vazgeçemezler, bugün de çalışmayayım diyemezler. Çünkü yemekler kendi kendine sofraya gelmez. Yemeğin pişeceği sobanın yanması için köyün en uzak yerlerinde kesilen kalın ağaç kütüklerinin eve taşınması ve parçalanması gerekir. Odunu satın alıp sonra da işçiye para verip taşıtmak köye dönüş değil de köy ağası olmaya giriş hayali mi? Feodal bir köy hayali, şehirli insanlara çok cazip geliyor.
Gerçekte sadece yemeği pişirebilmek için girilen zahmet bir şehirlinin bir hafta yorgun yatmasına yetecek kadar büyük olabiliyor. Yeni akımlardan anladığım kadarıyla insanlar köyde yaşayıp bir yandan freelance iş yapmak, mesela köy yaşamını anlatan belgeseller çekerek sosyal medyadan para kazanmak istiyor. Bu da güzel bir tercih.
Belki de Köy 2.0’ın giriş kapısı bu.
Yine de sizin 30 sene önceden bildiğiniz ve hayallerde yaşattığınız o İsviçre köyünün derdi çekilmez, yerleşmek isteyenlere duyurulur.
İlk yorumu siz yazın