Mekân

“Mekânlar, latif kalpleri etkiler…”

İbn-i Arabî

İnsan zihninin, ortak olarak mekân ve konum ilgisinin daha yüksek olduğu anlaşılıyor. Araştırmalar, insanların genellikle bir nesnenin diğer ayrıntılarından çok nerede bulunduğunu hatırlama eğiliminde olduğu yönünde bulgular elde etti. (Bilim ve Teknik dergisi)

Schrödinger denklemine göre; uzayda iki atom aynı yerde bulunabilir ya da bir atom iki ayrı yerde aynı anda bulunabilir. O halde, mekân nedir? Paralel evrenler, belirli bir mekânın da farklı düzlemler boyunca aynı anda (kesişen, paralel ya da çakışık olarak) üretileceği, bunun belki de özgü seri olarak sonsuza evrilmesini mümkün kılabilir. Bunu da kompleks mekân kavrayışı olarak isimlendirmek mümkün olabilir(?)

Bilindiği gibi suyun katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hali bulunuyor. Ancak Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı (ORNL) Enerji Departmanı’ndan bilimciler, su moleküllerinin çok yüksek sınırlama altında klasik fizik kurallarına aykırı hareket ettiği ortaya çıkardı. Physical Review Letters’de yayınlanan makaleye göre; deneyde moleküller bir bariyeri, herhangi bir enerjiye ihtiyaç duymadan aştı. Bu durum kuantum tünelleme olarak biliniyor. Araştırmayı gerçekleştiren ORNL Kimya ve Mühendislik Materyalleri Bölümü’nden Alexander Kolesnikov, “Bu durum, suyu oluşturan oksijen ve hidrojen atomlarının mekânsızlaştığını ve bunun sonucu olarak kanalda altı simetrik olarak eşit pozisyonda birden aynı anda bulundukları anlamına geliyor. Bu sadece kuantum mekanikleri ile oluşabilecek bir olay” şeklinde konuştu. Bunun ufuk çizgisinde oluşan görme biçimi ile ilişkisi bize, görselleştirme bağlantısı kurarken mekân algısı ve üretimi üzerine de ufuklar açacaktır.

Bediüzzaman’ın ilgili ifadelerini hatırlamak gerekiyor:

“Evet müteharrik her bir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi; harekâtlarıyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zabtederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise, nebatattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdaniyet hükmündedirler ki; bulunduğu mekânı, kendi Sânii’nin mektubu olduğunu gösterirler. Demek her bir nebat, her bir meyve, birer mühr-ü vahdaniyet, birer sikke-i vahdettirler ki; mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler. Elhasıl: Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zabteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rab olamaz.” (Asa-yı Musa)

Mekân, hayat için gerekli ve şart olsa da; mekân büyüklüğü ve tanımı o kadar da belirli olmayabilir. Örneğin; Metajunlar.. Oksijen sevmiyor, hidrojen yiyorlar.. Yeraltında yaşıyorlar.. Bir milyon tanesi bir raptiyenin ucu kadar yer kaplıyor.. Aynı zamanda Satürn’ün halkalarına karışabiliyorlar.

Mekân ve ilişkili elemanlar üzerine pek çok örnekler tabiattan bulunabilir. Bunun gelişen bilimle birlikte apayrı noktalara ulaşabileceği bilinmelidir. Ancak durumun insan ve sosyolojisi için anlamı üzerine de pek çok zihnin çalıştığı bilinmektedir. İnsanlar için de mekân ve mekân üretimi en önde gelen değerlerdendir.

Ufuk çizgisi, uzayda paralel doğruların “sonsuza” kaçışı ve orada buluşması, bir tür “görselleştirme mantığı” içinde bakışın önceliğine yol açan hem entelektüel hem de görsel bir temsili belirlemiştir. Oluşumu yüzyıllar süren bu temsil, mimari ve kentsel pratiğe katıldı; perspektifler, kodlar.

“Mekân temsillerine daima nisbî ve dönüşüm halinde olan bilgi nüfuz eder. Dolayısıyla bu temsiller gözden geçirilebilir olsa da nesneldir” demiştir, Henri Lefebvre.

Mekân algısı, bilgisi ve zihindeki haritası ihtiyaçlara göre şekilleniyor. Mekân bir anlamda toplumsaldır. Mekân ilişkileri iktidar ilişkileri ile birlikte de ele alınabilir.

Mekân değişimi göçtür. Medenîleşme isteği ile kentleşme paralel gider. Kentler göçle kurulmuştur. Mekânsal ilişkiler kendi hiyerarşisini oluşturur. Merkezle birlikte çeperler de dönüşür. Merkez arttıkça büyüdükçe çeper de değerlenir.

Günümüzün mekân algısı, tarihten çok heveslere ve güç gösterilerine imkân vermek olarak üretiliyor. Mekânın kutsallığı, giderek kutsal mekânların sıradanlaşmasıyla yok edilebiliyor. Hâlbuki mekân üretimi katmanlı sosyolojiyi tarih içinde üretebiliyor. Bunun başlangıcı da kutsal mekân üretimi ile başlıyor. Kâbe, bu anlamda hem ilk hem de en önemli bir örnektir.

Henri Lefebvre, mekân üretiminin altı aşamada incelenmesi gerektiğini söylüyor:

“Kan, toprak, dil topluluklarının ürettiği dinsel ve politik mutlak mekândan, nisbîleşmiş, tarihsel mekân doğar. Ama mutlak mekân kaybolmaz; tarihsel mekânın tabakası ya da tortusu olarak, temsil mekânlarının dayanağı olarak varlığını sürdürür. Ardından, tarihsellik, doğalın harabeleri üzerinde birikim mekânını inşa ederek doğallığı kesin olarak parçalar. Bu birikimin ve özellikle doğallıkla ayrıldığı ilkel birikim evresine egemen olan bir “özne” vardır: Hâkim olduğu topraklarla birlikte Batı’nın tarihsel şehri. Bu dönem boyunca emek, toplumsal hayatı sürdüren yeniden-üretimle bir değildir; ondan kopar, fakat soyutlamanın eline düşer; soyut toplumsal çalışma, soyut mekân. (“Mekânın Üretimi”, Henri Lefebvre, Çeviren: Işık Ergüden, Sel Yayıncılık)

Turgut Cansever, mekân üretimi ile ilgili son dönem eleştirilerinde bunu sıklıkla dile getirmişti:

“İnceliğini yitiren kültür yozlaşır. Pembe Köşk ile Çinili Köşk’ü yıktırıp onların yerine Dolmabahçe Sarayı’nı yaparsanız, sizden sonrakiler de sarayınızın karşısına stadyum kondururlar!” (Turgut Cansever, Anlayış, Haziran 2005)

Elbette mekân, kesif bir uzayda görünür ve daha belirleyici olabilir. Ancak, zihnin ve kalbin yüksek ufuk çizgileri zamanla birlikte, zaten silikleşmiş olan mekânı da iyice anlamsız kılabilir. Ali Ulvî Kurucu, yüksek bir iman ve ihlâs şuuruna sahip insan için; “Hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir” (Asa-yı Musa) diyerek hakikati keşif için mekânla çizilen sınırların imân ve ihlâs ile tekrar kaldırılıp ufuk çizgisine ulaşabileceğini hatırlatıyor. Bediüzzaman da bunun, insan ben’inin tabiatı keşfiyle birlikte şuunât-ı İlâhiye’ye teslim etmesi ile mümkün olacağını belirtiyor.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*