Sıcak bir Ağustos gününde uçağımız sarı, turuncu ve kırmızı renklerinin hüküm sürdüğü bir şehre; Ürdün Hâşîmî Krallığı’nın başkenti Amman’a inişini yaptı. Meraklı gözlerle etrafı seyrederken havalimanında bizi sıcacık karşılayan hocalarımızla birlikte yurdumuza geçmek üzere otobüse bindik. Yolculuk esnasında kursumuzun hocası, geçtiğimiz yerlerden kısaca bahsediyorken etrafı hayretle seyrediyordum. Evet, her yer ‘Arapça’ harflerle doluydu. Yollardaki, dükkanlardaki tabelalar, arabaların plakaları, otobüs ve minibüslerdeki yazılar, binalardaki reklamlar, seçim kampanyaları… Latin harflerine bu denli alışkın oluşumdan zihnim bu durumu epey garipsemişti. Ürdün, bambaşka bir diyardı âdeta.
Ürdün’e Arapça becerilerimizi daha ileri bir seviyeye taşıyabilmek için geldik. Çoğumuz daha öncesinde belirli bir süre Arapça eğitimi almıştı. Bu yüzden de şehre çabuk adapte olabilmiştik aslında. Ancak yüzleştiğimiz bir gerçek vardı ki; halk kendi arasında bizim eğitimini aldığımız resmî Arapça ile değil, kendi Arap lehçesi ile konuşuyordu. Kısaca söyleyecek olursak; Arapça, Arap ülkelerinde iki farklı şekilde kullanılmakta. Birisi okullarda, resmî yazışma ve açıklamalarda, genel olarak toplumun tamamını ilgilendiren tüm basılı veya görsel ilan, materyal ve yayınlarda, akademik ve dinî sahada kullanılan fasih Arapça; diğeri ise günlük yaşamda, toplum içerisinde, sinema, tiyatro faaliyetlerin çoğunda bölgelere göre değişiklik gösteren yöresel (lehçe) Arapça.
Okuma oranı %90’ın üzerinde olan Ürdün’de halkın konuştuğu lehçenin diğer Arap ülkelerine nazaran resmî dile en yakın olan lehçelerden biri olduğu söylense de lehçe ile yeni haşir neşir olan bizler için durum bazen çıkmaza girebiliyordu. Yine de insanlar konuşmamızdan, giyinişimizden, telaffuzumuzdan yabancı olduğumuzu hemen fark ediyorlar ve ellerinden geldiğince konuşmalarını resmî dile yaklaştırmaya gayret ediyorlardı. Bunun dışında, hiç Arapça bilmeyen biriyseniz de İngilizce ile anlaşabilmeniz pekâlâ mümkün. Ülkemize göre burada İngilizce daha iyi biliniyor ve yaygın kullanılıyor. Burada bizi tebessüm ettiren detaylardan birisi de alışveriş yaparken, şehri gezerken, takside sohbet ederken Türk olduğumuzu öğrenen Ürdünlülerin konuşmaya “Nasılsın? Hoş geldin. Teşekkür ederim. İyi akşamlar. Türkiye’yi seviyoruz” gibi Türkçe cümleler serpiştirmeleriydi. Bununla beraber çok defa iyi Türkçe konuşabilen, ya da konuşmasa bile iyi anlayabilen gençlerle karşılaştım. Türkçeyi Türk dizilerinden öğrendiklerini ve Kurtlar Vadisi Pusu, Çukur, Diriliş Ertuğrul, Abdülhamid, Osman gibi dizileri izlediklerini ve çok sevdiklerini söylüyorlardı.
Ürdün’ün resmî dini İslâm. Ülkede sünnî Müslümanlar %92’lik kısmı oluştururken, Hristiyanlar %6’lık kısımda yer alıyor. Kalan %2’lik kısımda ise diğer din mensupları bulunuyor. Ürdün’ün İslâm ülkesi oluşunu sokak duvarlarına asılan salavatlardan, çeşitli dualardan ve “Zikrullah’ı unutma” gibi çeşitli uyarılardan pekâlâ hissedebiliyorsunuz. Bunun yanında mesela bir restorana girdiğinizde salavat veya benzeri zikirler yemeğinize eşlik ediyor. Ya da bir süpermarkette alışverişinizi yaparken hoparlörden mütemadiyen dualar çalınıyor.
Günler akıp giderken kursumuzla beraber pek çok yeri; buraya defnedilen Sahabî efendilerimizin makamlarını, Efendimiz’in (asm) altında gölgelendiği ağacı, Memlûkler döneminden kalma kasırları, şehirdeki tarihî kaleleri, müzeleri, Sultan II. Abdülhamid tarafından Şam ile Medine arasında inşa ettirilen Hicaz demiryolunun Amman istasyonunu, UNESCO dünya mirası listesine dahil edilen muhteşem Vadi Rum ve Gül Şehri de denilen Petra’yı gezip görme fırsatı bulduk.
Sahabî efendilerimizi ziyaret etmeye karar verdiğimiz bir hafta sonuydu. Burada Ürdün için hafta sonu diyerek cuma ve cumartesi günlerini kastettiğimizi söyleyelim. Ürdünlüler, haftaya pazar gününden başlıyor, perşembe günü ise haftayı bitiriyorlar. Cuma sabahı erkenden yola çıktık. Güneşin ışıkları şehri açığa çıkarırken bizler de camdan şehrin siluetini temâşa ediyorduk. Çok geçmeden gezi rotamızın ilk noktasına vardık. Burası Nebî Yûşâ’nın (as) makamıydı. Yûşâ (as) İsrailoğullarına gönderilen, Hz. Musa ile aynı dönemde yaşamış bir peygamber. Kabri ise, yerinin tam olarak tespit edilememesinden epey uzunca inşa edilmiş. Kur’ân-ı Kerîm okuyup dua ettikten sonra bizimle konuşan camii imamının bir yandan elindeki deftere notlar aldığını fark ettim ve ilk fırsatta ne olduğunu sordum. Cuma hutbesi için hazırlandığını söyledi. İlginçti, burada Türkiye’den farklı olarak cuma hutbeleri her camiin imamı tarafından ayrıca hazırlanıyormuş.
Bir sonraki ziyaret durağımız ise şâir ve cengâver Sahabîmiz Dırâr b. Ezver (ra) efendimizdi. Dırâr b. Ezver (ra) efendimiz katıldığı savaşlarda gösterdiği yiğitliklerle meşhur olmuş ve katıldığı her bir savaş için ayrı bir şiir söylediği rivayet edilen bir Sahabîmiz. Rivayete göre bir gün Resûl-i Ekrem’in (asm) huzurunda içki, kumar, eğlence gibi zevk vasıtalarını, hatta ailesini ve bütün servetini terk ederek Hz. Peygamber’in yanında müşriklere karşı savaşmaya geldiğini ve yaptığı bu alışverişte zararlı çıkmamayı ümit ettiğini ifade ettiği “Lâmiyye” kasidesini okumuş, Efendimiz (asm) de ona kârlı bir alışveriş yaptığını söylemiştir. Cuma vaktinin yaklaşmasıyla buradaki ziyaretimizi tamamlayıp rotamızdaki bir diğer noktaya varmak üzere yeniden yola koyulduk.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh (ra) efendimizin makamının içersinde yer aldığı Ebu Ubeyde b. Cerrah Camii’ne vardığımızda güneş tam tepedeydi. Ürdün’e geldiğim ilk günden beridir sıcağı bu denli hissetmemiştim. O an “Evet, Gerçekten Ürdün’deyim” dedim. Bizi yemyeşil bir bahçeyle karşılayan bu caminin çevresini biraz gezdikten sonra vaktin girmesiyle Cuma namazını kılmak üzere hanımlar olarak üst kata çıktık. Ürdün’de karşılaştığım ve pek hoşuma giden bir durum; cuma namazları için neredeyse çoğu camide kadınlara genişçe yer ayrılmasıydı. Ayrıca hanımlar camilerde böyle vakitleri şenlik gibi geçiriyorlar; gelenlere Arap kahvesi, hurma ve çeşitli tatlılar ikram ediyorlar. Namazdan sonra Ebû Ubeyde b. Cerrah (ra) efendimizin yanına gittik. Cennetle müjdelenenen on Sahabîden biri olan ve efendimizin hakkında “Her ümmetin bir emîni vardır, benim ümmetimin emîni de Ebû Ubeyde b. Cerrah’tır.” dediği bir Sahabînin yanında, bir anlığına dünyadan sıyrılmışken şu beytin sırrını hissettim: “İksîr-i a’zamdır nutk-ı ehlullâh/ Yek nazarda hâki kîmyâ ederler”
Ardından İslâmiyet’i ilk kabul eden Sahâbîlerden ve Aşere-i Mübeşşere’den Sa‘d b. Ebû Vakkâs (ra) efendimizin kardeşi olan Âmir b. Ebû Vakkâs (ra) efendimizin makamının içinde bulunduğu Âmir b. Ebû Vakkâs Camii’ne geldik. Ebû Ubeyde b. Cerrah (ra) efendimizin makamının bulunduğu caminin bahçesinde olduğu gibi buranın da bahçesindeki hurma, zeytin ve limon ağaçlarının güzelliği gözlerimizi alıyordu.
Diğer bir durağımız ise vahiy katibi ve kumandan olan bir diğer Sahabî efendimiz Şurahbîl b. Hasene’nin (ra) makamıydı.
Bu gezimizde son olarak ise Muâz b. Cebel (ra) efendimizin makamını ziyaret ettik. Asr-ı saadette Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilen birkaç kişiden biri olan Muâz bin Cebel’i (ra) Rasûlullah (asm) “haram ve helali en iyi bilen” diyerek nitelemiş ve kendilerinden Kur’ân öğrenilebilecek dört Sahâbîden birisi olduğunu söylemiştir. Esenlikle içeri girdik. Kur’ân-ı Kerîm okuduk, dua ettik. Seyrimize devam ederken, her biri gökte birer yıldız olan mübârek sahâbî efendilerimizi ziyaret etmenin huzûr ve sekîneti içimizi kaplamıştı.
Ardından yolumuz geniş bir üzüm bahçesi olan Ürdünlü bir ailenin evine düştü. Buraya geldiğimizde başlangıç noktamız olan Amman’dan bir hayli uzaklaşmıştık. İrbid şehrinde yaşayan bu ailenin bahçelerini gezdik, sohbet ettik, üzümlerini yedik, dualarını aldık. Sonrasında ise akşam yemeğini yemek üzere Filistin’e nâzır bir tepeye çıktık. Orada gerçekten Arapların cömertlikle neden meşhur olduklarını bizzat tecrübe ve tasdik ettik. Yemek için neler hazırlamamışlardı ki; çeşit çeşit salatalar, kavurmalar, musahhan mı dersiniz, maklube mi, mendi mi… Küçüğünden büyüğüne hepsi çok candan ağırladılar bizleri, Allah razı olsun. Ardından odun ateşinde künefe pişirdiler. Yanında çayımızı, kahvemizi içtik. Oradan ayrılma saatimiz geldiğindeyse epey yorulmuştuk, ancak mutlu ve huzurluyduk.
Bir başka haftasonunda ise Kasru’l Harrane, Kusayru’l Amra gibi UNESCO dünya miras listesine dahil olmuş ve Memlûk döneminde inşa edilmiş kasırları gezdik, ardından Ezrak şehrinde bulunan Roma döneminde inşa edilmiş tarihî kaleyi de ziyaret ettik. Bir sonraki gezi noktamız içinse epey heyecanlıydık! Efendimiz’in (asm) altında gölgelendiği ağacı ziyaret edecektik.
Ürdün’ün Safevî şehrine gerçek anlamda bir çöl denilebilir. Gerçekten etrafta kum ve taşlardan başka bir şey görmemiştik. Efendimiz’in (asm) altında gölgelendiği, Atlantik Fıstığı ağacının yanına geldiğimizde ağaç, bütün ihtişamıyla bizi bekliyordu. Mekke ile Şam arasındaki eski ticaret yolu üzerinde yer alan bu ağaç, Efendimiz’in (asm) bereketiyle 1400 yıldır ayakta kalmış. Peki Efendimiz (asm) bu ağacın altında ne zaman gölgelenmişti? Efendimiz (asm) 9 veya 12 yaşındayken amcası Ebû Tâlib ile ticaret için yola çıktıklarında kervanları Rahip Bahîrâ’nın olduğu manastırın yakınında konaklamışlardı. Rahip Bahîrâ, daha önceki yıllarda gelen kervanlarla konuşmayıp ilgilenmezken bu defa gelecek kervan için yemekler yaptırmıştı. Rahip Bahîrâ, bu gelen kafileyi oturduğu yerden izlerken bir bulutun kervandakiler arasında Peygamberimizi (asm) gölgelediğini, sonra gelip manastırının yakınında bir ağacın gölgesine indikleri zaman bulutun ağacı gölgelediğini, ağacın dallarının da Peygamberimizin (asm) üzerine doğru eğildiğini ve onu gölgesinin altına aldığını görmüştü. Bunun üzerine kervanı yemeğe davet etmişti. Ancak aralarında Efendimiz’i (asm) göremeyince geride kalan birisi olup olmadığını sormuş ve sonrasında onun da yemeğe gelmesini istemişti. Ardından Bahîrâ, Efendimiz’e (asm) çeşitli sorular sorarak onun beklenen son peygamber olduğunu anlamış ve en son da sırtındaki peygamberlik mührünü görünce kanaati kesinleşmişti. Sonrasında amcası Ebû Tâlib’i yeğenini Yahudîlerden koruması için uyarmış ve onun ileride büyük nâm ve şan kazanacağını söylemişti.
Rabbimize hamdolsun ki, o gün Efendimiz’in (asm) geçtiği yollardan yürüyüp, altında gölgelendiği ağacı görmek, orada dua etmek, vakit geçirmek nasip oldu. Gerçekten Efendimiz (asm) o zamanlar annesini ve dedesini henüz kaybetmiş, yükleneceği risaletten habersiz bir bir çocuktu. Efendimiz’e (asm) ve onun gökyüzündeki yıldızlar gibi olan Âl ve Ashâbına salât-u selâm olsun.
Çok güzel açıklamalı bir yazı olmuş
Daha uzun olsa okurdum eline yüreğine sağlık hanımefendinin