Edebiyat

Talebe yakınıyormuş: “Bize öyküler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun”. Usta yanıt vermiş: “Biri sana meyveyi çiğneyerek ikram etse hoşuna gider miydi?”

Bediüzzaman ise şöyle düşünüyor: “Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz./ Hasbî verir ilmini./ Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü./ Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.” (Sözler)

O hâlde edebiyat irşad eder mi? Soru kısmen doğru, kısmen değil. Hayatı hazmetmiş bir edebiyat, sonrası için ne kadar yol gösterici olabilir?

“Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet,/ çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,/ Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih,/ hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.” diyerek durumu özetliyor Bediüzzaman.

Üstad’ın eleştirisi bu bağlamda son dönem edebiyata:

“Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edepse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmânî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez.” Sözler

Semih Gümüş; “Edebiyat insanın bütün düşünme biçimlerini değiştirir, kendilerine özgü kimlikler edinme çırpınışlarına katkıda bulunacak kalıcı izler bırakır, okurun zihinsel süreçlerinde yaşamayı sürdürerek belki yüzlerce yıl içinde o izlerin birbirine bağlanarak oluşturduğu toplumsal kültürün düzeyini adım adım yükseltir.” derken edebiyatı zihnin çarklarındaki belirleyici bir unsura atıf yapıyor.

Edebiyat başta ne işe yarar?

Oscar Wilde’ın “Edebiyat gerçekten daha gerçektir” önermesi ile Akif’in “Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” ifadesi, bir karşıtlığı ortaya çıkarır.

O hâlde tekrar sormak gerekir: Gerçek nedir, gerçek edebiyat nedir?

“Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa ile okurun özdeşliğinden artık söz edilemez, deniyor. Bu düş tasarımı okuru eskiden olduğundan daha çok düşündürür. Okur, yazarın anlattıklarıyla yetinmemeye, yazarın verdiği anlamlarla okumaya, metni kendi zihninde zenginleştirmeye başlamıştır. Okumanın yığınsallaşması bundan sonra olur. Edilgin bir öğrenci değil, etken bir katılımcıdır okur.” Tıpkı Inception filminde olduğu gibi rüyalarda atlamalar, iletişimler ve farklı kurgulamalar sadece okumanın değil, görmenin, hayal etmenin hatta düş görmenin bile tespit edilebilir bir çözümlemeye ait makinelere ilham olduğunu iddia ediyor.

Edebiyatın gücü; klasik, romantik ve modern yaklaşımla haz vermek ve eğitmek, deneyimi birleştirmek ve dili onarmaktır. Buna dördüncü olarak, postmodern yaklaşımla edebiyatın “kutsal güçsüzlüğü” ekleniyor. Derrida, edebiyatta sır kavramını ortaya atıyor. Buna göre; edebî bir yapıtta, ancak bize söylendiği kadarını bilebiliriz. Yazılı olmayanlar, yazarın kendisi içinde olmak üzere, mutlak bir sır olarak kalır. Bu sır, edebiyatın kendi kendisiyle özdeş olmamasının teminatıdır. Edebî metinlerde yazarken ve okurkenki yaklaşım olarak şu da söylenebilir; yazar (ken) içsel ve duygusal, okur (ken) mantıklı ve yüzeysel…

“Gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eş-merkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen avlardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur. Bir tasarımın gücü ve doğruluğu, bir alıntının başka bir alıntıyı davet etmesini sağlayıp sağlamadığıyla ölçülebilir. Eğer düşünce tek bir gerçeklik hücresini bile açabilmişse, öznenin dıştan müdahalesine gerek kalmadan, öbür hücrelere de nüfuz etmesi beklenir. Nesnesiyle gerçekten ilişki kurabilmiş olduğunun ilk kanıtı, çok geçmeden çevresinde başka nesnelerin de billurlaşmasıdır. Kendi özgül konusuna yönelttiği ışık altında başka başka konular da parıldamaya başlar.”

Nurullah Ataç, roman sanatının duygular aşılayıcı olduğunu ileri sürüyor. Roman okumayı sevmeyenlerin acıma duygusunu bir türlü yeterince hissedemeyeceklerini vurguluyor. Bunun en meşhur bir örneği Raskolnikov olsa gerektir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının kahramanı, her insanın zihninde çizdiği sınırlar, oynadığı oyunlar, çıkardığı sonuçla birlikte kötülüğün neye ve kime göre olduğunu sorgulayarak ikilemlere düşen insanın vicdan muhakemesinden af dilemeyle çıkmasını anlatıyor. Nietzsche, “Kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski olmuştur” derken; Freud’un iddiası “Dostoyevski olmasaydı eğer, psikanaliz biraz beklemek zorunda kalacaktı” şeklindeydi. Hatta Einstein: “Dostoyevski bana bütün bilim insanlarından daha fazlasını verdi. Gauss’tan bile” demiştir. Albert Camus: “Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddî olarak, bu işten vazgeçme olasılığını ölçüp tarttım” düşüncesindeyken, Stefan Zweig de: “Dostoyevski psikologların psikoloğudur” der ve ekler “Dostoyevski bilinçdışının yeraltı dünyasına doktorlardan, hukukçulardan, suç uzmanlarından ve psikopatlardan daha derin bir şekilde sokulmuştur. Bütün insanlığın son sınırı Dostoyevski değilse hiç kimsedir”.

Türk edebiyatının son dönem temsilcileri de benzer görüşteler Dostoyevski konusunda. Cemal Süreya, “Dostoyevski’yi okudum, o günden beri huzurum yok” diye itiraf ederken; Murathan Mungan, “Dostoyevski bize merhameti analarımızdan babalarımızdan çok daha iyi öğretti” demiştir. Bir genç, Oğuz Atay’dan kendisine bir kitap önermesini ister. Oğuz Atay’ın cevabı net olur: “Önce Dostoyevski’yi oku, bitir. Sonra gel…”

Dostoyevski’nin edebiyatı etkilemesi hatta yeniden inşa etmesi karşısında gerçek edeb ile kurgusal edeb arasında bir kıyaslama gereği ortaya çıkıyor. Bu kıyaslamayı Bediüzzaman açıkça ortaya koyuyor. Şöyle:

“Kur’ân’daki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâni’in nurunu telkin eder. Her şeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli bir hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse; fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzün-gamdar; âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur’ân’ın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı; kör tabiat yerine, şuûrlu hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine; inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ediyor, bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (asm) lehviyatı istemez.” (Sözler)

Dosto’nun Raskolnikov’u ile kurduğu kötücül psikolojik edeb, Bediüzzaman’ın tespitleriyle Kur’ân’ın edebiyatı karşısında insanlığa pek bir şey veremez. Kur’ân’ın cennet meyveleri olan kelimeleri Avrupa edebiyatının yasak meyveleriyle karşılanmaz.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*