Öze dönüşün yolu: Risale-i Nur’un dili

Dil, bir milletin tarihinin, yüzyıllar boyunca oluşturduğu kültür hazinelerinin koruyucusudur. Her millet kendi tarihini, kültürünü ve değerlerini gelecek nesillere aktarmak için dile ihtiyaç duyar. Dil kesintiye uğradığında nesiller arası aktarım da durur. Bu, bir milletin millet olarak devamlılığını tehlikeye atar. Bu bağlamda imparatorluklar kurarak İslâm’ın bayraktarlığını yapma şerefini taşıyan bu milletin başarısı ve devamlılığı, “imparatorluk dili” nitelemesini hak eden dilimizin korunmasıyla yakından ilgilidir. Türkçemizin bir imparatorluk dili olmasını sağlayan husus da hiç şüphesiz, bizim İslâm ile müşerref olmamızdan sonra İslâmî unsurların dilimize kattıklarıdır. Bugün sanat ve kültür sahalarında şaheser olarak karşımızda duran bütün eserler bu dilin, başka bir ifadeyle İslâm medeniyetiyle yoğrulmuş bir Türkçe’nin eseri değil midir?

Ne yazık ki imparatorluğun çöküş sürecinde ruh ve fikir dünyamızı sarsan materyalist fikirlerle birlikte Cumhuriyet elitlerinin tek medeniyet olarak Batı’yı adres göstermesi, Avrupa kültürüyle yeni nesiller yetiştirmek gayesiyle bu noktada direnç noktası olarak gördükleri dili tahribe yönelmeleri, tüm kazanımlarımızla birlikte İslâm medeniyetini temsil eden bir dili de tarumar etmiştir. Bu tahribatın nasıl tamir edilebileceği bugün en önemli meselemizdir.

Son yıllarda her alanda yaşadığımız savrulmaların da dil ve kültür sahasındaki bozulmalarla ilgili olduğundan şüphe yoktur. 1928 Harf İnkılâbı’yla başlayan ve sonunda uydurmacılığa dönen “öztürkçecilik-özleştirme” hareketlerinin dil ve kültürümüz üzerindeki yıkıcı etkisi devam ederken; tarihî, dinî ve kültürel değerlerimize yabancılaşma had safhaya ulaşmışken; hangi dil ve söyleyiş bizi özümüzle buluşturacaktır sorusu, bugün üzerinde düşünmemiz gereken temel sorulardandır. Zira, geçmişle bağı koparılmış ve varlığının anlamını yitirmiş nesilleri özüyle buluşturabilmek, nihayetinde yaşadığımız problemlerin de devası olacaktır.

Cemil Meriç’in ifadesiyle kütüphaneleri birer tuğla yığınına döndürmek anlamına gelen harf inkılâbı, genetik kodlarına İslâm kültürünü ve dilini kodlamış olan bu milletin dinî ve millî hafızasını yok etmek idi. Bu milletin dayandığı manevî değerleri reddetmek ve bu değerlerin yeni nesillere aktarılmasını önlemek için ne yapılabilirdi? Nesiller arasında aşılması zor duvarlar örerek geçmişle bağları koparmanın en etkili yolu dili tahrip etmekti, ki başımıza gelen de buydu. İslâm’ı temsil rolünü şeâiri temsil eden tüm değerlerle birlikte bu topraklardan defetme düşüncesi… Bu toprakların kendine yabancılaştırılması ancak dil anarşisiyle başarılabilirdi, ki inâyet-i İlâhiye ile bunun önüne geçebilecek yegane direniş Risale-i Nurlar ile gerçekleşti.

Risale-i Nur’un dili, İslâm dünyasında rol model olarak tarih sahnesinde yer alan bu milleti değerleriyle birlikte ortadan kaldırma cinayetine karşı direnen ve ayakta duran bir özelliğe sahiptir. Risale-i Nur, tarihimize, kültürümüze ve dinimize yabancılaştırıldığımız bir dönemde telif edilmiştir. Bu eserlerin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde kültür ve medeniyet sahasındaki bütün kırılmalara şahit olan ve bunlara tedbirler sunan Bediüzzaman’ın duruşuna ve diline sahip olması, Kur’ân medeniyetini bu topraklarda yeniden inşa edebilme ümitlerini yeşertmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, dilin tasfiyesi ile bu milletin İslâm ile bağını koparmak hareketine karşı yeni bir dil oluşturarak bir tavır ortaya koymuştur. Bu tavır; müsbet hareket, iman merkezli bir hayat ve varlık algısı, hürriyeti imanın hassası gören bir üst dili ve nesillerin öz değerleriyle buluşmasını sağlayacak Kur’ân’dan beslenen bir medeniyet dilini içinde barındırmaktadır.

Risale-i Nur’un dili; münhasıran İslâm medeniyetini içinde barındıran tefsir, hadis, kelam, akâid, fıkıh, tasavvuf, felsefe, mantık ve tarih gibi ilimlerden müteşekkil İslâm düşüncesini temsil etmekte ve bu dili de harekete geçirmektedir.

Said Nursî’nin, Türkçenin uğradığı sadmelere karşı temsil ettiği değerleri koruyucu ve kollayıcı biçimde yeni bir dil geliştirmesi, diğer dini metinlerde sıklıkla rastlayabileceğimiz ağır tesirlerden azâde olarak Anadolu insanıyla birlikte coğrafyaları aşarak İslâm dünyasına hitap eden Kur’ânî bir dil ortaya koyması çok değerlidir.

Zaman zaman dilinin ağır olması gibi ithamlara maruz kalan Risale-i Nur’un, Türkçeye nasıl bir katkı sağladığı basit bir okumayla dahi anlaşılabilecek niteliktedir. Risale-i Nur’un, Türkçenin gramer özelliklerinden de faydalanarak dilimize yeni kelimeler ve ifadeler kazandırdığı, unutulmaya yüz tutmuş Arapça ve Farsça kökenli birçok kelimeyi Türkçenin gramerine uygun hâle getirerek hayata geçirdiği ve anlam bilimi açısından da kelimelere yeni anlamlar yükleyerek düşünce ufkumuzu genişlettiği aşikardır.

Bu bağlamda; özü itibariyle dil yoluyla yapılması planlanan tahribatların da önünde bir set oluşturan Risale-i Nurlar’ın dilini, “anlaşılmıyor” mülahazasıyla sadeleştirme gibi fiiliyata maruz bırakmak,  tüm dertlerimize deva olabilecek bir hazinenin üstünü örtmek anlamıyla birlikte harf inkılâbının hedefleriyle örtüşen bir harekete iştirak etmektir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*