
Türkiye’nin siyasî iklimi çetinleştikçe Türk toplumundaki hoşgörüsüzlük ve kutuplaşma da artıyor. Pek çoğumuzun günlük hayat diyaloglarında bile siyasî içerikli bir konunun açılmasıyla hissedebileceği bu hasmâne hava, özellikle seçim süreçlerinde görmezden gelinemeyecek kadar belirginleşiyor. Ekonomik sıkıntılar, hukukî ve idarî sistemlerdeki yozlaşmalar, ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar gibi pek çok faktör toplumdaki bu gerginliğe etki ediyor kuşkusuz. Fakat bu majör problemlerin gölgesinde kalsa da aslında topluma doğrudan yansıyan başka bir etken daha var: Siyasetin dili.
İktidar partisinin söylemlerindeki sertleşme, diktatörleşme süreciyle paralellik gösteriyor. Benimsedikleri dil, herhangi bir politik anlaşmazlığı teröristler ve vatanseverler arasındaki bir çatışmaya dönüştürerek kutuplaşmayı besliyor. Böylece iktidar partisinin seçmeni daha da fanatikleşirken, hükümet hem iç hem dış “düşman”larla mücadele ederek sözüm ona meşruiyetini pekiştiriyor. Gazetecisinden üniversite öğrencisine hemen herkes siyasîler tarafından itham ve tehdit edilmeye o kadar alıştı ki, Türkiye toplumunun zihninde beliren siyasetçi tahayyülü, kürsünün ardından rakiplerine ve muhalif düşüncedeki halkına parmak sallayarak bağıran bir imgeye indirgendi. Öyle ki, anayasal hakkını kullanarak protesto yapmak isteyen, uzmanlık alanına ilişkin siyasî kararları eleştiren, hatta elinde döviz bulunduran herkes terörist olarak anılmayı göze almak zorunda. Zira rektörlerinin kayyımla atanmasını protesto eden üniversiteli öğrenciler terörist, vandal ve barbarlıkla; hükümetin iç ve dış siyasette verdiği kararları eleştirenler vatan hainliğiyle suçlanırken; dövize yatırım yapanlar “elinde silah ve bombası olan teröristle” bir tutuldu. Bir şekilde iktidarın karşısında durmuş herkes; alçaktan ahlaksıza, vatan haininden haysiyet fukarasına uzanan hakaret listesinden nasibini alıyor. İktidarın tahammülsüzlüğü ve husumetinin doğurduğu, diğer siyasîlerin de ayak uydurduğu bu verimsiz politik dil, sadece devamlı bir tehdit havası oluşturup sağlıklı bir muhalefeti imkânsız hâle getirmiyor. Aynı zamanda toplumun dilini de şekillendiriyor.
Siyasetteki söylemlerin günlük dile nasıl etki ettiğini en açık görebileceğimiz örneklerden bir tanesi seçim öncesi yapılan sokak röportajları. Farklı görüşteki seçmenler arasındaki gerilimin tavan yaptığı seçim dönemlerinde sokak röportajlarının tartışmaya, hatta kavgaya dönmesi sık sık karşılaştığımız bir manzara olmaya başladı. Halkın birbirine karşı kullandığı hakaretlerse siyasetçilerinkilerle büyük oranda örtüşüyor. Özellikle geçmişte büyük hakaret kabul edilen ve günlük dilde yer bulmayan “vatan haini” ve “terörist” ithamlarının kulağımıza gelmesi artık işten bile değil. İktidarın kendisine gelen eleştirilere konu bağlamında cevap vermeye yeltenmeden eleştiri kaynağının itibarını hedef alarak sıyrılma alışkanlığı sokakta mikrofon tutulan vatandaşta da yansıma buluyor. Bunun yanında hükümetin hukuksuz kararlarını tasvip etmeyenler bile terörist sempatizanı ilan edilmek korkusuyla mazlumların hakkını savunmaktan çekinir oldu. Zira adının belli bir örgütle anılması, toplum baskısı ve hatta temelsiz yargılanmalar için yeterli olabiliyor.
Sadece hükümetteki partinin seçmeni değil muhalif seçmen de bu dili benimsiyor. “İktidar partisine oy veren vatan hainidir” söylemleri hiç de nadir değil. Zaten söylemlerini tamamen toplumun belli bir kesimini ötekileştirerek kuran ve bunun üzerinden siyaset yapan muhalif partiler, sokaktaki husumete zemin hazırlayan en etkin aktörlerden. Bağıran, tehdit ve hakaret eden siyasetçi figürü o kadar norm hâline geldi ki; bağırmadan konuşan ve ağzını bozmayan adaylar yeterince “dişli” görülmeyip ciddiye alınmıyor. Halbuki siyaset dilinin değişmesi toplumsal huzurun yeniden kurulmasında elzem bir rol oynar. Zira toplumu yöneten siyasetçilerin toplum üzerinde muazzam etkisi bulunması kaçınılmaz olduğundan, toplumsal güvenin yeniden kazanılması için bu ayrıştırıcı siyasî dilin terk edilmesi gerekiyor. Böylece terörist ve vatan haini hitapları tekrardan gerçek anlamlarında kullanılabilir, tıpkı Şubat 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tanımladığı gibi:
“Vatan satmak; bu topraklarda bin yıllık ortak geçmişi olan insanların birliğini beraberliğini, kardeşliğini sağlayamayarak, ülkenin maddî, manevî kayıplara uğramasına göz yummakla olur. Vatanı satmak; yüksek faizle, yüksek enflasyonla, kötü yönetimle ülkenin ve milletin kaynaklarını heba etmekle olur.”1
Tebrik ederiz. Güzel bir çalışma.