
Din ve bilim… Bu iki kavram tarihin bazı zamanlarında birbirine zıt olarak görülse de, İslam medeniyeti, bu algının tam aksini savunan bir geçmişe sahiptir. Tarih boyunca din ve bilim, kimi zaman çatışma kimi zaman da uyum içinde ilerlemiştir. Ancak son birkaç yüzyılda, özellikle pozitivist felsefenin etkisiyle bilim ve dinin karşıt kutuplar olduğu algısı yaygınlaşmıştır. Oysa İslam düşüncesinde din ve bilim, birbirini tamamlayan iki önemli unsur olarak görülmüştür.
İslam medeniyetine kısa bir yolculuk yapalım. 8. yüzyıldan itibaren İslam dünyası, bilimin öncüsü haline gelmiş ve dünya tarihine damga vurmuştur. Örneğin Cabir bin Hayyan, modern kimyanın temellerini atmış, Harizmi’nin cebir alanındaki katkıları, bugün algoritma kavramının doğmasına zemin hazırlamış, İbn-i Sina ise tıp alanında eşsiz eserler vermiştir. Diğer taraftan, Biruni astronomide, İbnü’l-Heysem ise optikte çığır açmıştır. İslam medeniyetinin tarihteki yerini tespit etmeye ömrünü adamış olan merhum Fuat Sezgin’in yaptığı çalışmalarda en büyük derdinin, modern Batı medeniyetini doğrudan Antik Yunan’a bağlayan zihniyetle mücadele olduğu bilinmektedir. Bu zihniyet, İslam medeniyetini görmezden gelerek tarihteki yerini silmeye çalışmaktadır. Sezgin, bu algıya karşı, Müslümanların bilgiyi sadece kopyalamadıklarını, aynı zamanda özgün bir şekilde dönüştürerek bilimin sınırlarını genişlettiklerini vurgulamıştır.
Batı, Ortaçağ döneminde henüz cehalet ve bağnazlığın karanlığında boğuşurken, İslam âleminde büyük filozoflar, kimyacılar, matematikçiler, gökbilimciler ve tıp bilimciler yetişmiştir. Molla Sadra, el-Kindi, Farabi, el-İdrisi, İbn-i Rüşd gibi bilim insanları dünya tarihine altın harflerle adlarını yazdırmıştır. Bu isimlerin bilimsel başarılarına yabancı olanlar, sadece birkaç terimi ezberlemekle yetinmiş olabilir. Ancak bilim tarihine yapılan yüzeysel bir bakış dahi, bu isimlerin dünya medeniyetine katkılarını gözler önüne sermektedir.
Peki, tarihteki Müslüman ilim adamlarının bu başarıların arkasındaki temel güç neydi? Hangi şuurla hayatlarını bu ilimlere adamışlardı? Elbette öncelikle, Kur’an’ın insanlara verdiği “akletme” emri, bu ilerlemenin en büyük ilham kaynağıydı. Kur’an, insanları kâinattaki düzeni incelemeye ve bu düzenin ardındaki İlâhî hikmeti keşfetmeye davet ediyordu. Çünkü Kur’an, Allah’ın kelâm sıfatından gelen bir rehberdi; kâinat ise Onun irade ve kudret sıfatlarının bir tecellîsiydi. Bu anlayış, Müslüman bilim insanlarını yalnızca metafizik hakikatlere değil, aynı zamanda fiziksel dünyanın sırlarına vâkıf olmaya da sevk etmiş ve onları her iki kitabı da okuyarak hakikate ulaşma çabasına yöneltmiştir.
Bediüzzaman’a göre kâinattaki fenlerin keşfi, Allah’ın isimlerini keşfetmenin bir yoluydu ve insanın akıl ve kalp tatminine hizmet etmekteydi. Muhâkemât adlı eserinde, din ve bilim arasındaki çatışmaların bir sonucu olarak İslam güneşinin tutulduğunu; Müslümanların geri kalarak “dünya rahatından” olduklarını, Batılıların ise İslam’dan uzak durarak “âhiret saadetinden” mahrum kaldıklarını belirtir. Bu duraklama ve gerilemenin ana sebebi ise, “yanlış anlama” sonucu din ve bilim arasında çatışma olduğunu sanarak dine karşı “muhalefet” etmektir. Bunun sonucu olarak 16. yüzyıldan itibaren İslam dünyası, bilimsel üretkenliğini kaybetmeye başlamıştır. 19. yüzyılda ortaya çıkan pozitivist bilim anlayışı, bu süreci daha da derinleştirmiştir. Pozitivizm, aklı ve deneysel bilimi yegâne bilgi kaynağı olarak görmüş ve dine ait unsurları hurafe olarak değerlendirmiştir. Bu anlayış, bilim ve dinin birbiriyle çatıştığı algısını körüklemiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde mektep, medrese ve tekke arasındaki uyumsuzluk bu durumu daha da karmaşık hale getirmiştir. Medreseliler fennî bilgiyi ihmal ederken, mektepliler dinî bilgilerden uzaklaşmıştır. Bu durum, bilgide bütünlüğü zedelemiş ve toplumun ilerlemesine engel olmuştur.
Ancak tüm bunlara rağmen İslam’ın bilimle olan uyumu, modern dönemde yeniden keşfedilmesi gereken bir miras olarak karşımızda durmaktadır. Fuat Sezgin’in kurduğu İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, bu mirası gün yüzüne çıkaran önemli bir girişimdir. Müslüman bilim insanlarının sadece öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda özgün eserler ortaya koyduklarını anlamak, günümüz Müslümanlarına ilham vermelidir. Yine Nobel ödüllü Prof. Aziz Sancar, Pakistanlı Prof. Muhammed Abdüsselam, Mısırlı Prof. Ahmed Zewail gibi Müslüman bilim insanları da genç nesiller için ilham kaynağı olmayı sürdürmektedir.
Bugün, İslam dünyasının bilim ve teknolojide yeniden yükselişe geçmesi için öncelikle eğitim sistemleri hem fennî bilgileri hem de ahlâkî ve manevî değerleri içeren bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin hayalini kurduğu Medresetü’z-Zehra bu bağlamda önemli bir örnek olarak değerlendirilebilir. Bu proje, dinî ve fennî ilimlerin bir arada öğretildiği, farklı milletleri ve dilleri kucaklayan bir eğitim modeli sunmayı hedeflemiştir. Medresetü’z-Zehra, medrese, mektep ve tekke ayrılıklarını ortadan kaldırarak, İslam dünyasında birlik ve dayanışmayı güçlendirmeyi amaçlamıştır. Bu yaklaşım, geçmişteki başarıları geleceğe ışık tutan bir rehber olarak görmeyi ve bunları bugünü inşa etmek için kullanmayı gerektirir.
Sonuç olarak, İslam medeniyetinin altın çağındaki bilimsel başarılar, dinin bilime engel olmadığını; aksine ona rehberlik ettiğini göstermektedir. Ancak bu uyumun yeniden sağlanması için İslam dünyasının, geçmişten aldığı ilhamla geleceğe dönük adımlar atması gerekmektedir. “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?” diye sorgulayan Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, “İslâmiyet fünunun [ilimlerin] seyyidi, mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” Eğer bu yol göstericiliği doğru anlar ve uygularsak, İslam medeniyeti yeniden yükselişe geçebilir. Bilim ve dinin çatışma değil, diyalog ve uyum alanı olduğunun farkına varmak, geleceğimizi aydınlatacak en önemli adımdır.
İlk yorumu siz yazın