İspat

“Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey; matematikte yerini bulmaksızın bilim olamaz.”

Leonardo da Vinci

Kayıp İslâm Tarihi adlı eserinde Fıras Alkhateeb şu ifadeyi kullanır: Müslümanların Altın Çağ’da matematiğe yaptığı katkılar ancak muazzam olarak tarif edilebilir.

Matematik hiç kuşkusuz Fizik, Kimya, Astronomi ve Coğrafya da dahil olmak üzere diğer bilimlerin hemen hemen hepsinin temelini oluşturuyor. Müslüman alimler için Matematik aynı zamanda kutsal bir ilimdi. Onlar, ileri Matematiği anlayarak doğada müşahede edilen sayısal ilkelerin altında yatan şeyi keşfedebileceklerini umuyorlardı. Bu anlayış vasıtasıyla, Matematik çalışmaları yürütülürken, tıpkı dinî bir seyahat/bir keşf yapar gibi Allah’ın kudretine daha büyük bir şükran ve aşk duyulabiliyor, O’nun yarattıklarıyla yakınlık kurulabiliyordu. Bediüzzaman’ın şu ifadesi ulaşılan seviyeyi gösterir: “İşte bu hakikî tevhid, o adama huzurlu bir ispatı tespit eder.”

Bediüzzaman’ın ‘ispat’ ve ‘ispatın tespiti’ ifadeleri matematiksel ispat ve yöntemlerine zihinleri yönlendiriyor. İmanın ispattan çok başka seviyeleri olsa da, ispatın bir seviye ve hatta parçası olduğunu da anlamak gerekiyor. Hakikatlerin imana basamak olduğu görüldüğünden imanî hakikatlerin ispatının ya da reddinin zihnin çarklarında üreteceği sonuçlar insan için cennet meyvelerine ya da cehennem zakkumlarına dönüşeceği umulur. Burada bakış ve ortaya sürülen gayeler açısından da böyledir.

Bediüzzaman ispatın içinde olan kabul, kabulsüzlük ya da red kavramlarını inceliyor.

“Bazen, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatîata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şekk, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.

“Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.

“İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehildir.

“Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, bürhan ve ispat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca ispat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihî müntefî olur.” (Sünuhat)

Her hakikatin birer vücud olarak düşünüldüğü durumda, hakikatin varlığı, yokluğu ya da belirsizliği tartışılabilir. Bu durumda:

“Nefyedenlerin davaları sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin davaları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazanı görmeyen der ki: ‘Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.’ Başkası da, ‘Nazarımda yoktur.’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında ‘yoktur’ der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, davaları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki: ‘Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.’ Belki ‘Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür.’ der. Görenler bütün aynı davayı ve ‘nefsü’l-emirde vardır’ der. Demek bütün davalar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır. ‘Mutlak yokluk, ancak çok büyük güçlüklerle ispat edilebilir’ (İbn-i Kayyım el-Cevzi, er-Ruh fi’l-Kelâm, es-Savâikul Mürsele) bir kaide-i usûldür. Evet bir şeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin.

“İşte bu sırra binaen; ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsü’l-emirde hakikat-ı hâle baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Temel ispat yöntemleri, tümevarım, tümdengelim (doğrudan ispat ve dolaylı ispat; bu da; karşıt ters, çelişki ve aksine örnekleme yöntemleri) matematiksel mantığın araçları olarak ispatın farklı ve zorunlu yollarını ifade ediyor. Bütün bir ispat için; hepsini ayrı ayrı kullanıp sonucu göstermek gerekir. Gösterimde ise yalnızca biri, örneğin tümevarım yeterlidir. Bediüzzaman’ın “ispat edeceğim ve göstereceğim” diye iki ayrı vurgusu buradaki farkındalığa işaret eder. Beyan ve ispat da aynı şeydir, beyan göstermek; beyanı vermek de bu yeteneğin insan zihnindeki çalışma biçimine işaret etmektir. Kanıtlamak/delillendirmek tek başına ispatlamak değildir. “Her zaman bürhan ele geçmez.” Kanıtlamaya bağlı bir ispat kurulamaz. Deliller bir araya belli bir vurgu ile gelerek ispatı ortaya çıkarabilirler. İspat bir sistematiktir. Her yer ve zamanda işleyecek bir makine kurmaktır.

Örnek bir uzay oluşturulur. Bu hayalî/vehmî bir âlem demektir. Buradaki sonuçlar genelleştirilir/evrenselleşir. Şartlara bağlı bir gerçeklik ortaya çıkarılır. Ya da düşük boyutta; mesela üç boyutlu bir gerçekliğin ikili boyuttaki gerçekliği ispatlanır. Buradan üç boyutta da bir gerçeklik olacağı gösterilmiş olur. Evrenselleşen sonuç, bütün boyutta bir gerçeklik olarak kullanılabilir.

2012 yılında Higgs bozonu denilen, maddeye kütlesini kazandıran parçasının keşfi sebebiyle Graham Lawton “İnanmamak artık bir seçenek değil. Tanrı gerçektir. Elbette Tanrı değil, onun parçacığı, yani Higgs bozonu” demişti. Özellikleri parçacık fiziği tarafından belirlenen maddî bir varlık olan Higgs bozonunun varlığını göstermek bir şeydi. Aynı şeyi, diğer şeylerin yanı sıra, hem her yerde hem de hiçbir yerde olan, içkin ve aşkın, bilinebilir ve anlaşılmaz olan doğaüstü bir varlık için nasıl yapabilirsiniz?

“Bu, her iki taraftaki bilim insanlarını ve filozofları denemekten alıkoymadı. Teistler için argümanlardan biri doğal dünyanın karmaşık karmaşıklığı (kompleksitesi) olmuştur. Göz ya da kelebek gibi güzel ve işlevsel bir şey elbette bir yaratıcının varlığına dair reddedilemez bir delil midir? Daha sonra akıllı tasarım ve onun indirgenemez karmaşıklık fikri olarak yeniden canlandırılan yüzeysel çalışmalar bizi ispatın neresine kadar götürebilir? Belki de soru şöyle de sorulabilir: Bu sonuçların hakikatte yeri nedir?”

Bediüzzaman için hakikatsiz her sonuç zihinde kurulan uzayın (evin) yıkılması, boşluğa mahkûm edilmesidir.

“İ’lem eyyühe’l-aziz!

“İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder.

“Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenâb-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bugün ilmin küfrü, hile ve şüphe üzerinden işliyor, yani saçma, mantık kaybı belli noktalarda boşluğa düşüyor. İspat dili kaçıyor. Kendi elleriyle kurduğu hayalî uzayı çöküyor. Ancak aldırmadan yoluna devam ediyor. Sonuçlara ise, hakikat gibi sarılıyor.

İletişim araçlarının gelişmesi, eğitimin yaygınlaşması ile bilim ve bilim yapma usulleri günlük yaşamın büyük kısmını ele geçirdi. Bir fikrin kabulü, sözkonusu fikrin bilimin araçlarıyla gösterilmesi gereğini ortaya çıkardı. Bunun için, aklın ve mantığın rehberliği zorunluluk haline geldi. Bunun için, her söz, en azından delile dayanmak durumundadır. Bu delilin de kabul edilmesi, delilin evrensel bir doğruya, mantığın gereğini tam olarak karşılamasına bağlı olacaktır. Bu durumun halkın genelinde yer bulması, eskiden ilim çevrelerinde tartışılan ve havassa mahsus kabul edilen konuları, her birey için tartışılabilir hale geldi. Dolayısıyla, bireyin tanık olduğu her tartışma için soru sorma veya söz söyleme imkânları oluştu. İnsanların birbirleriyle tanışması ile ve bilimin ve düşüncenin kitleselleşmesi sonucu bireyin sorgulama ve söz söyleme imkânları zihinlerin de özgürleşmesini kaçınılmaz olarak netice verdi. Özgür zihinler, özgür tartışmaları getirdi. Özgürlüğün bireyi getirdiği bir sınır da keşfedilmediğinden her şey ve herkes hakkında sorgu ve söz söyleme de olağanlaşmaya başladı.

Soruların ve sözlerin sınırı elbette iman ve dinler üzerinden çizilmişti. Elbette bu beklenecek bir sonuçtu. Çünkü insan için en büyük merak iman ve sonra dindir. Bireyin önce dinini sonra da imanını sorgulamaya başlamasıyla insanlığın yeni dönemi de başlamış oldu. Bu yeni dönemde, birey soru ve sorgulamanın parçası olduğu gibi söz söylemenin ve cevabın da parçası olacaktı. Buradaki yeter şart, bilimin getirdiği düşünce zeminini ve daha geride, mantığı ve gereği ispat ve göstermeyi kullanmaktır. Bu yolu kullanarak soru, sorgulama ve sözler artık ilimden ve bilimsel dil kullanılarak gelecektir. Ayrıca, bireyin özgürleşmesiyle, fikrin nakle değil makule bağlı olması beklenecektir.

İşte, bu yeni birey için de, Allah’ı ve kitabı Kur’ân’ı, yeni bir dille anlatmak zorunluluk olacaktır. Kur’ân’daki ifadesiyle, Allah, zaten ayetlerini apaçık gösterir, yani, ispat ve göstermeyi metod olarak kullanır. Buradan yola çıkarak, her bir hükm-ü Kur’ân’ı, yeni bireye yönelik olarak göstermek gerekecektir.

Bediüzzaman’ın yeni bireyi muhatap alan dili, zamanın gereği ispat ve göstermeyi kuralları içinde kullanmak olarak ortaya çıkacaktır. Bu yeni dil, Kur’an’ın diline doğrudan dönmekle; ispat ve göstermeyi her soru ve cevap içinde muhafaza etmekle olacaktır. Bunun için gerekli deliller de görünen ve bilinen tabiattan ve günlük hadiselerden verilecektir. Bireye seslenecek, birey olarak da bizzat yazarın kendi kendisini muhatap alacaktır. Çünkü, her soru ve sorgulama bireyden olduğu gibi, cevap ve söz de bireye olmalıdır. Böylece, karşıyı muhatap alan ve karşıyı yönlendirmek olan nasihat terk edilecek, bireyin özgürlüğünü esas alan, zihni aydınlatıp, sonucu bireyin üretmesi beklenecektir.

Her şeyi ispat etme telaşı asıl imanın sonsuz ve sınırsız uzayında büyük bir meydan okumaya sebep olur. Örneğin; İbn-i Sina haşir ve sonrasını nakle bırakmıştır, akılda çok ileri olmasına rağmen bu konunun ispatına girişmemiştir. Üstad Bediüzzaman ise her şeyi akla ispat ettirme gereğinin Kur’an’ın bir usulü olduğunu söyleyerek Haşir meselesini kendi deyimiyle “iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş” (Asa-yı Musa)

Bunların dışında, pek çok iman ve dinin emirleriyle ilgili meseleleri “iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen” (Sözler) Bediüzzaman’ın anlatımlarıyla buna ulaşabilirsin, iddiasının ispat dilini bulabilirsin, denmiştir.

Doğru bir örnekleme ispatın günlük pratikteki yerini sağlamlaştırır. Yanlış bir örnekleme, sonradan düzeltebilir ve her durumda ispatın gücünü etkilemez. Yalnızca pratiği üzerine biraz daha çalışmasını gerektirir. Örnekleri ispata bağlamak öncelikle örneği güçlendirir. Diğer taraftan çoğu yapılan bir hata olarak, ispatı örneklere bağlamaktır, bunun ise ispat dilinde bir anlamı olamaz. Örneğin Öklid geometrisi… Pratik üzerinden geliştirilen bu geometri kısa mesafelerde başarılıdır ve pratikte doğru görünür. Ancak çoğu geometrik kurallar cebirsel olarak ispat edilemez, çünkü evrensel geçerliliği yoktur. Aristoteles “matematik biçimlerle ilgilidir” derken “şeylerin özü” değil şekil, boyut ve büyüklüklerine dikkat çeker. Thomas Aquinas da şunları söyler: “Matematik sadece biçimsel neden üzerine kanıtlama yapar, … fakat doğa bilimi bütün nedenler üzerinden kanıtlama yapar.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*