Risale-i Nur’da geçen, menşe itibariyle Batı dillerine ait kelimeler -meslek ve iştigâl sahamdan olsa gerek- hep fazlaca dikkatimi çekmiştir. Neticede Risale-i Nur gibi, Kur’ân’ın -işareten- lisânını tahsin ettiği bir manevî tefsirden söz ediyoruz.
İşte o kelimelerden biri de “boykot” veya “boykotaj”dır. Külliyatta, dilimize İngilizce ve Fransızcadan geçen her iki hâliyle de kullanılmıştır. Kronolojik olarak bakıldığında evvelâ Divan-ı Harb-i Örfî’de geçer bu kelime. Daha sonra da Muhakemat’ta, çok daha ilginç bir bağlamda mecâzen kullanılmıştır. Her iki örneği de verelim.
Önce Divan-ı Harb-i Örfi’den:
“…İşte o hamalların Avusturya’ya karşı –benim gibi bütün Avrupa’ya karşı– (HÂŞİYE) boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet(!) ettim ki, bu belâya düştüm.
“Hâşiye: Bediüzzaman’a zurefâdan biri, bir gün, irfanıyla mütenasib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşârünileyh de, ‘Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için, yalnız memleketimin maddî ve manevî mamülâtını giyiyorum’ buyurmuştur.”1
Muhakemat’taki ise:
“Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise, makamın hâricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki: Mananın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından, lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya sanatın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa harice boykotaj etmekle, elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır.
“… Bu kitabın [Muhakemat] mesleği, benim gibi, harice boykotajdır. Hatta zaruret olmazsa, efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalibde harice boykotaj etmektir…”2
Bu iki iktibastan anlamaktayız ki, Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı boykot maddî ve manevî olarak iki kısımdır.
MADDÎ BOYKOT
Bu kısım açıktır. Tarihî kaynaklara bakıldığında Osmanlının son dönemlerinde (II. Meşrutiyet) hem Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna hem de Bulgaristan’a karşı ticarî mallar üzerinden bir boykot sözkonusudur. Bediüzzaman Hazretleri bunu “Hamalların Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı boykotları…” ve “Boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî [ekonomik savaş] açmaya sebebiyet verdiğimden…” ifadeleriyle belirtir.
Aynı ifadelerin hâşiyesinde ise “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamülâtını giyiyorum” demiştir.
MANEVÎ BOYKOT
Bu kısım aslında çok daha dikkat çekici ve derinlemesine bir analiz gerektiriyor. Bediüzzaman buna “Yalnız memleketimin maddî ve manevî mamülâtını giyiyorum” ifadesinde “manevî mamülât” ile vurgu yapıyor. Muhakemat’ta ise “belâgat, yazma ve konuşma sanatı” açısından daha farklı yönleriyle değiniyor: “Hatta zaruret olmazsa, efkâr [fikirler] ve mesâilde [meselelerde] ve misallerde ve esalibde [üsluplarda] harice boykotaj etmektir.”
Buradan hareketle Üstadın manevî boykotunun elbette çok daha geniş ve derinlemesine ele alınması gereken bir konu olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Şimdi de bu manevî boykota birkaç alt başlık ile işaret etmeye çalışalım:
Avrupa’ya meydan okuyan Bediüzzaman
Konumuzla ilgili, Üstada yönlendirilen ilginç bir soru vardır:
“Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn [düşünürler] tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye [İslam mücahidleri] tarzında hareket etmiyorsun?”
Sorudan anlaşılıyor ki, kalemiyle, fikriyle ilmî bir mücadele veren Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa felsefesine karşı farklı bir tutum içerisine girmiştir.
Bakalım cevabında ne demiş:
“Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete [ispata dayalı fenler] suretinde lâyetezelzel [sarsılmaz, sağlam] teslim ediyorlar; o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek [düşürmek] olduğundan o mesleği terk ettim.”
Evet, Said Nursî’nin hayatında çok önemli bir kırılmaya işaret ediyor aslında bu satırlar. Üstadın iç dünyasında meydana gelen “fikrî ve ruhî inkılâb”a işaret eden bu ifadeler, onun Batı felsefesine karşı boykotunun da bir ifadesi aynı zamanda.
Aynı cevabın devamındaki satırlara da bakalım:
“Hem bilfiil gösterdim ki İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî [yüzeysel] kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektub, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?”3
Fikrî boykot
Anlıyoruz ki Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur eserleri “ne şarkın malumat ve ulûmundan [doğu bilgi ve ilimlerinden], ne de garbın felsefe ve fünunundan [batı felsefesi ve fenlerinden]”4 olmayan, doğrudan doğruya Kur’ân’dan nebean eden, özgün bir Külliyat. Geçenlerde bir akademisyen hocanın Risale-i Nur’un İslâm düşünce tarihindeki yeri açısından “İmam Gazalî’den sonraki tek telif eser. Yaklaşık 1000 senelik açığı kapatıyor.”5 demesi bu anlamda çok manidar ve dikkat çekici idi.
Üstad Hazretlerinin, kendisinin “Eski Said” diye adlandırdığı dönemde felsefe ilimleriyle iştigal ettiği halde, “Yeni Said” döneminde “Tevhid-i kıble et!”6 işaretiyle doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelmesi ve kendisine sadece Kur’ân’ı üstad edinmesi de bu bapta zikredilmesi gereken bir husus.
Aristoların, Eflatunların, İbn-i Sinaların boğulduğu noktalarda Yeni Said’in ayağını bile ıslatmayan nokta, işte tam da burası, yani kendisine felsefeyi/aklı değil, Kur’ân’ı üstad edinip, hâricine boykotajda bulunmasıdır.
Onun kendine kendine yönelttiği “Eğer desen: ‘Sen necisin, bu meşâhire [meşhur felsefecilere] karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun.’” sorusu karşısında verdiği cevap ne kadar da muazzam:
“Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şakirdleri olan o kartallara hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır.”7
Yeni Said’in, nefsini yerip Kur’ân’ı yücelten bu cevabına bin barekâllah!
Amelî boykot
Bediüzzaman’ın derin, esaslı ve köklü olan fikrî boykotunun elbette ameline, yaşantısına yansıyan halleri de mevcuttur. Bunlardan bir kısmının mühim ‘simgesel’ unsurlar olduğunu söyleyebiliriz zannediyorum. Sözgelimi o, ‘medeniyet’in şapkasını başına hiç koymadığı gibi, ‘dayatılan Latin harflerini’ de ömrü boyunca asla kullanmamıştır. (Kur’ân harflerini muhafaza ve müdafaa etmenin Risale-i Nur’un bir vazifesi olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretlerinin, hayatının belli bir döneminden sonra, milyonların imanının kurtulmasına vesile olan ve olmaya da devam edecek olan Risale-i Nur Külliyatının Latin harfleriyle neşrine -manevî bir ihtara binaen- müsaade etmesini ise ayrı bir husus olarak değerlendirmek gerekir.)
Öte yandan Üstad Bediüzzaman’ın amelî boykotunu giyim kuşam ve harf gibi hususlardan ibaret bilmek meseleyi elbette çok noksan bırakacaktır. O, Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığı büyük bir ‘infilâk ve inkılâb’ döneminde, kendisinin ‘müsbet hareket’ olarak ifade ettiği, rejim karşısında dillere destan bir duruş sergilemiştir. Menfî/yıkıcı hareket etmemeyi, daima yapıcı ve tamir edici olmayı, karşılaşılan her türlü zorluk ve sıkıntı karşısında sabırla, şükürle ve ‘asayişi muhafazayı netice veren’ bir anlayışla hareket etmeyi gerektiren bu ‘müsbet hareket’ tavrı bir bakıma tarihlere geçen emsalsiz bir boykotaj örneği olmuştur.
Onun “Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.”8 ifadelerini de kabul ve amel etmediği fikir ve uygulamalar karşısında yaptığı bir ‘boykot’ olarak okumak mümkün.
Veyahut yine kendisine zulmeden ehl-i dünya ve ehl-i hükûmete karşı “Ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde ‘Kalp de bizi sevsin’ demeye?” çıkışında olduğu gibi.
Hâsılı, bu anlamda Said Nursî’nin hayatında boykotun çok farklı renk ve tonlarını da görmek mümkün aslında.
Boykot dedik, nerelere geldik değil mi?
Bana sorarsanız Bediüzzaman Said Nursî, asrın müceddidi ve ruh-u aslîyi rencide etmeyen büyük bir ‘fikrî dönüştürücüsü’ olarak veyahut Colin Turner’ın yıllar önce ifade ettiği “Risale-i Nur’un inkılâbı zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde inkılâptır. Bu bir İslam devrimi değil, iman inkılâbıdır.”9 sözünden hareketle bir büyük “iman inkılapçısı” sıfatıyla manevî anlamda, küfre, dalâlete, sefahete ve zulme karşı asrın ‘en büyük boykotçusu’dur da.
Bilmem siz ne dersiniz?
Dipnot:
ESDE, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 122.
Muhakemat, Unsuru’l-Belâgat, 12. Mesele, s. 115-116.
Mektubat, 29. Mektub, 7. Kısım, 7. İşaret, s. 520.
Şualar, 1. Şua, 1. Ayet; Kastamonu Lahikası, 118. Mektup.
Doç. Dr. Ahmet Kavlak,
Mektubat, 28. Mektub, 3. Mesele, 3. Nokta, s. 413.
Sözler, 30. Söz, 1. Maksat, s. 616.
Kastamonu Lahikası, 162. Mektup.
Bir İman İnkılabı Risale-i Nur, Dr. Colin Turner, Risale-i Nur Enstitüsü, İstanbul-2004, s. 14.

İlk yorumu siz yazın