Derviş Zaim, felsefenin yapmaya çalıştığı şeyi şu an sinemanın yapması gerektiğini düşünüyor. Fatih Akın ise, sinema dünyayı değiştiriyor mu, sorusuna: “Maalesef hayır! Keşke değiştirebilse… Edebiyat gibi, müzik gibi dönemin ve zamanın ruhunu yansıtıyor, o kadar. Benim de bir sinemacı olarak yapmaya çalıştığım bu…” şeklinde cevap veriyor.
Sinema, Osmanlı içinde çokça tartışılmış bir buluştu. Savaş dönemlerinin haber ve propaganda aracı olması yanında konulu filmlerle kültürel anlamlar da içeriyordu. Örneğin; Refik Halit Karay, “Şıklık, moda, israf, sefahat derslerimizi hep oradan alıyoruz” diyordu 1918 yılında yaptığı bir değerlendirmede.
Bediüzzaman sinemanın ışığına hem bir ibret hem de bir şifa olarak bakılabileceği görüşündeydi. Krzysztof Kieslowski, sinema hiç bir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar, diyordu. Dünyayı değiştirecek olan filmler değil; onları izleyen insanlardı.
Sinemanın sanat yönüne Bediüzzaman’ın şu değerlendirmesi ile imanî bir boyut katılabilir. Sinema-i Rabbanî tabiri burada ortaya konabilir.
“İnsanın san’atıyla Hâlıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir, amma Hâlık’ın masnuu arkasında yetmişbin perde vardır. Fakat Hâlık’ın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır.” (Mesnevî-i Nuriye)
Hem filmin yapımcısı hem yazarı hem yönetmeni hem de oyuncusu ve takdim edicisi olabilir… Sinema-i Rabbanî ise ancak ani ve bütün bir bakışla (tevhid ve vahdet) açılabilir. Perdeler kaybolur sadece ışık kalır. Sinemanın çoğalan ve dağılan ışığı yerinde sinema-i Rabbanî’nin birleşen ve toplanan ışığı ki “Allah yerlerin ve göklerin nurudur” hakîkati ile ifade edilir. Sinema sanatçısı gerçeğini gerçek bir dille anlatabilir; sinema-i Rabbanî ancak perdelerden ibarettir. Sanat cemâldir, mahsus perdelerde görünmek ister, celâl ise gizler ve dışarıda bırakmak ister; bütünü görmek ister. Bu yüzden der Bediüzzaman:
“Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…” (Sözler)
İnsanın sineması da hayat gibi… Bediüzzaman: “Hayatım bir mektuptur” derken belki de “bir sinemadır” diyecekti. Bediüzzaman “hayatım bir sinemadır” deseydi, “iman sineması” tanımlamasını tekrar anımsatırdı.
“Hayatım Rabbanî bir mektuptur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnettarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.” (Şualar)
Din hayatın hayatı olduğu içindir Bediüzzaman dini hem de hayatın nuru ve esası olduğu için hareketi veren, insan üzerinde düşen ışığı, sinema makinesinin ışığı, ses makinesinin sesi, perde üzerindeki gölgelerin hareketi… Hangi hayatı alsak zihinlerde bir film platosu kurulur. O halde izleyici bir göz, kucaklayan bir dil, parlak bir fikir, zeki dostlar, paylaşımcı oyuncular… Sinema bizi hayata davet ederken, ışık, ses ve görüntüden ibaret perde üzerinde oynaşan hakikatten damlalar, yüksek ahlâk, iffet ve san’ata davet ediyor. Yeter ki bakan göz, anlayan akıl, şükreden bir kul bulsun… Hiç şüphesiz bütün ışıklar, nurlar, kemalât; kaynağını bulduğu yüze dönüyor ise hayatın kaynağına dokunuyor, aynada titreyen ışık gibi sinema perdesinde tereddüt gösteriyor ama bu kulluğun mahcubiyetiyle buluşuyor. Nur-u Muhammedî olmadan perde de kalkıyor, ışık da, ses de, ruh da… Onun (asm) “perde”si ile başlıyoruz. Mektuplar “Salât u selâm” ile mühürleniyor. Hamdolsun.
Bir fikirdeki arıza/bozulmalar da en iyi o fikrin zihindeki sinemasında fark edilebilir. Zihnin çarkları, aynı zamanda fikir sinemasının da oynatıcısıdır. Bozulmanın tespiti bu şekilde mümkündür. “Hatta eğer bir dimağ büyütülse, maânî tecsim edilirse, şu fırak [bozulanlar, ayrılanlar], sinematografvârî o dimağda temessül ettiği görülecektir” (Münazarat) der Bediüzzaman.
Sinemanın niteliği; her şeyin dış görünüşü kendi olması ve görünmesi ile her şeyin kendi dışındaki bütün; kâinat, içinde yer alması, hâlin, durumun gereğini karşılayacak görüntü ve söze dönüşmesi ile sinemanın belâgatı ortaya çıkabilir. Bediüzzaman’ın hakikati tespit etmede kullandığı mânâ-i harfi ve mânâ-i ismî eşleniklerinin yani, gösterilen ile görülen arasındaki organik ilişkinin kişinin nazar ve niyetine bağlanması fizikteki kuantum eşikleri gibi olan-bitenin yorumunu gözlemci/seyirciye bırakmaktadır. Fikrin sinematografisi görüntüyü mânâya; mânâyı görüntüye dönüştürmeye taliptir.
Üstad Bediüzzaman’ın gittiği sinemada ise neler gördüğünden çok neyin gösterildiğini biliyoruz. Sessiz sinema dönemi günümüzdeki ses ve sözle yönlendirilmiş (tiyatronun etkisi ile) değildi ve propaganda dilinin sert ve aşırı dilini kullanmıyordu. İmajiner bir hayalin oynaması ve yorumu ve seyircinin hayalini elinde bırakan bir sinematografiydi. R.C. Allen bunu destekliyor: “Film (sinema) tarihi bugüne değin sanki hiç seyircileri yokmuş ya da herkes tarafından aynı biçimde seyrediliyormuş gibi yazıldı; oysa filmlerin tarihiyle onların 1894’ten bu yana milyonlarca kişi tarafından deneyimlenmesinin tarihi mutlak biçimde farklı şeylerdir.”
Hayat olmazsa insan da olmaz; sanat da. “Sırf rolün gerektirdiği mimikler ve jestlerden ibaret olmamalı hiçbir şey, hiçbir durum” diyordu Nuri Bilge Ceylan; Ahlat Ağacı filmi vesilesiyle. Nuri Bilge Ceylan bunun için oyuncusuna “bırak aksın hayat” diyordu. Neyi elimine ettiğin sadece mesaja odaklı ve hayatın dışında bir yapmacıklık üretiyor. Buna kültürize etmek deniyor; hayat sterilize edilir bir şey değil. Akıştan ayrılırsan hayatı kaybedersin. Sinemanın biricik üstünlüğü buradadır. Fotoğrafın da önüne geçebilmiştir bu yüzden. Onun için Jean-Luc Godard: “Fotoğraf gerçektir. Sinema, saniyede 24 defa gerçektir” diyebilmiştir.
Bediüzzaman’ın kadrajında; bir sinema filmi başlarken, hayata başlarken olduğu gibi, dünya üzerine bir kamera koyarak zamanı da esneterek bir yüksek temaşaya medar olabileceğini anlıyoruz. Atmosfere girip bedevî çadırlarına benzer dağlardan aşağı düşerek bir çöle iner gibi yer yüzeyine iniyoruz. Buna “temâşa zevki” deniyor. Aşağıdan yukarı da akabilen bir akıştır bu.
Nitekim, İmam Gazali Hz. gökyüzünü seyretmenin faydalarını bu zevke medar olması için sayıyor:
-Allah’ı anmaya vesile olur
-Bazı hastalıklara şifadır
-Hasretlikler teselli bulur
-Sevenlerin birbirine olan ünsiyeti artar
-Kuruntuları siler
Çünkü gök kubbe bir perdedir.

İlk yorumu siz yazın