Aylaklığa Övgü

“Allah’ım bana lütfen düşmanın aptalını gönderme” diye dua edermiş bilge kişi. İnsanın en büyük düşmanı kendisi olabilir bazen. Hele bir de kendi kendimizin aptal düşmanı olursak işte asıl sıkıntı bu.

Nefsiyle barışık insan insanın kurdu ve en büyük düşmanı. Okullar insanı tektipleştirme merkezleri. İnsanın en güzel icadı kitaplarsa en kötüsü de gençleri sıradanlaştırma tesisleri haline gelen okullar.

Şehirlerimiz kocaman bir tımarhane yuvası. Çapraşık, karmaşık ve kaosun hüküm sürdüğü sokaklar, binalar, yollar, arabalar…

Çocukluğumuzda bize çalışmanın, çok çalışmanın, durmadan dinlenmeden çalışmanın erdem olduğu anlatıldı. Annemiz, babamız, öğretmenlerimiz çok çalışmaya övgüler düzüp durdular. Çok çalış, kazan, sahip ol dediler.

  1. yüzyıl Avrupa’sında normal çalışma süresi 15 saatti. 15 saat boyunca fabrikada çalışan işçi zaten yorgun düşüyor ve evine gidip anca yemek yiyor ve uyuyordu. Bu dönemde bazı günler resmî tatil olarak ilan edilince patronlar isyan ettiler ve dediler ki “Tatil halkın nesine gerek?” Onlar çalışmak için yaratılmışlardı!

Çalışmak ve çok çalışmak, durmadan çalışmak bugün iktidar sahipleri tarafından, başkalarına kendi çıkarlarından çok, efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiği düşüncesini aşılamak için kullanılmışlardır.

Oysa sürekli çalışma ahlâkı bir köle ahlâkıdır. İnsan sürekli çalışmak, kazanmak ve satın almakla modern bir kölelik doğurmuştur.

İnsan için yavaşlamak, durmak ve varlık âleminin anlamlı bir parçası olduğunu kavramak şart. Jim Carry diyor ki; “Keşke herkes benim kadar servet ve şöhret sahibi olsa da insanlığın, huzurun, mutluluğun burada olmadığını anlasa.”

İnsanca yaşamanın en önemli parolası çalışmaktan, başkalarından, kazanmaktan, yaşamdan yana payımız eksiltmek. Kendimize, varlığa, okumaya, düşünmeye vakit ayırmak. Zira modernizmin bize teklif ettiği sunî hayat ile fıtrî hayat birbirinin zıttıdır. Hangisi hâkim olursa ötekini öldürür.

Ben kendi adıma bana hayat diye sunulan her sunî şeyi, modernizmin bütün putlarını reddediyorum. Hayattaki en büyük zevkim medyanın yalancı haberlerine karşılık tabiatın, kâinatın haberlerine kulak vermek. Habîr olan Rabbimin sırlı mesajlarına kulak kabartmak.

Ne zaman fırsat bulsam evime yakın küçük bir ormana, parka, göl kenarına kaçarım. Şu an kurumuş ağaçlar bana baharla beraber yeşermeyi, canlanmayı anlatır. Tıpkı ölümle kuruyacak olan bedenimin haşirle canlanacağı gibi.

Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye’de düşmanlık, kin ve vahşetin küfrün hassası, uhuvvet ve kardeşliğin ise imanın hassası olduğuna vurgu yapar: “İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihat rabıtalarını tesis eder. Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır.”

İşte her fırsatta bir elimde kitap, bir elimde kalem ve defterimle kendimi tabiat kardeşlerime vurmam da bundandır. İnsanlar insanın insanla düşmanlığını, kavgasını, nefretini sorgulayadursun; ben beni bütün kâinatla kardeş sayan bir Allah’a inanıyorum.

Hayatımı ayrıntılardan ayıklama gibi bir derdim var. Kime sorsam hep daha iyi bir hayat için çalışıp duruyorlar. Ama nedense şu hayatın koşuşmalarını bitirip, hayatı kâinatla kardeşçe yaşayanları göremiyorum çevremde. Anlaşılan, her zaman şimdiki hayatlarını uğrunda harcayacakları “daha iyi bir hayat!” bulabiliyorlar.

‘Ama yaşamak için çalışmalı ve para da kazanmalıyız’ deyişinizi duyar gibiyim. Evet çalışmalıyız ama yetecek kadar. Biriktirip, yığacak, gardıroplarımızı ağzına kadar dolduracak kadar değil. Zira Allah rızkımıza kefildir. Ama hırsımıza değil.

Bazen rüzgârları, kuş cıvıltılarını, yağmur damlalarının yapraklardan dökülüşünü dinleyerek geçiyor günlerim, gecelerim. Varlığa baktığımızda onu da insan gibi önce girintili, çıkıntılı, düzensiz, şekilsiz, karmaşık gibi hissederiz. Ama sonra inceliklerine eğilip bir çiçeğin kıvrımlarını, renklerini, dokumalarını, kokusunu, tadını fark ettiğimizde onun tek kelime ile bir mucize olduğunu kavrarız. Mucizeler bir defa gözümüze görünmeye başladığında ise bir daha hiç bitmez. Allah’ın sanatını, esmasını ya her yerde görürüz ya da hiçbir yerde.

Güzellik ne oradadır ne burada ne şu zamanda ne bu zamanda; güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Rabbimizin esmasını görebildiğimiz her yerdedir.

Aylaklığımı seviyorum. İşim yeryüzünü, tabiatı, varlığı doya doya gezmek. Köşe bucak, dere tepe. Gecesiyle, gündüzüyle, yazıyla, kışıyla, solan yapraklarıyla, açan çiçekleri ile Allah’ın bu güzel eserlerini seyretmek. İnsanda, varlıkta, kâinatta Allah’ı görmeye, anlamaya çalışıyorum. Onun için hayatımı bütün lüzumsuz teferruattan arındırdım.

Yaşamak. Kelimenin tam anlamıyla, sadece yaşamak istiyorum. Tıpkı genç bir aslanın avını nasıl avlayacağını öğrenmesi gibi, ben de yaşamayı, okumayı, anlamayı öğreniyorum. Geceyle yaşamayı, gündüzle yaşamayı, ay ışığında yaşamayı, gün ışığında yaşamayı…

Bence en güzel okul ve en muhteşem mabet Rabbimizin ince sanatlarını okuduğumuz, anladığımız, temaşa ettiğimiz varlık âlemi. İnsan bu âleme temaşa etmek, okumak ve anlamak için gönderilmiştir. Rabbimizin sanatlarını dağlarda, denizlerde, çimenlerde, bahçelerde okumalıyız. Soğuk duvarlar arasında değil. Ve miracımız olan secdeye, yemyeşil toprağın üzerinde kapanmalıyız.

Ne güzel söylemiş Yenişehirli Avni:

“Sanman taleb-i devlet-ü cah etmeye geldik

Biz bu âleme bir Yar için âh etmeye geldik”

Etrafımda olup bitenlere, çiçeklere, böceklere, ağaçlara, sulara, bahara, yeniden dirilmeye hayret etmeyi öğreniyorum.

Aylaklığımı seviyorum

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*