HAŞİRDE BİR BAHAR, HER BAHARDA BİR HAŞİR SAKLI

İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir.” (bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme)

Kâinattaki tüm canlılar hayatını devam ettirebilmek için çevresine karşı duyarlı olmak zorundadır. Yıllar öncesinde bir bilim dergisinde, bir bakteri türünün antibiyotiğe maruz kalması durumunda adeta tesanüd sırrıyla birbirleri arasında biyofilm adı verilen yapışkan bir madde salgılayıp antibiyotiğe karşı topyekün görünmez olduklarını okuduğumda hayret etmiştim. Gözü, sinir sistemi olmayan bu ilkel canlılar bunu nasıl başarıyor? Hayretimi arttıran bir başka nokta ise, bu ve buna benzer birçok örneklerin bilim camiasında “olağan” ve “normal” kabul edilmesi…

Nitekim eğitim sistemimiz de “bilgi aktarımı” metoduna dayalı. Bilimsel olguların bilgi-malumat boyutu dışında, hakikat, hikmet ve fıtrat yönlerini ele almadığımızdan, o bilginin zihinde çıktığı yolculukta ilme irfana varması zorlaşıyor. Bilgiyi hazmedemeyen zihinlerde ise yorgunluk, isteksizlik, zihin tembelliği netice veriyor. Bediüzzaman Hazretleri bu asırda akılların ve kalplerin cadde-i kübrasına ışık tutarak ülfet hastalığına karşı tefekkür reçetesini sunuyor. Mesela,  Risale-i Nur’da insanın mahiyetini şöyle izah ediyor: “İ’lem Eyyühel-Aziz! Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi; ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.”

Evet, göz organı hayvanda da var, insanda da var. Ağaçları, toprağı, dağları, güneşi, yıldızları belki hayvanlar da görüyor. Fakat bir insanın nazarıyla bir hayvanın nazarının farklı olması, insanın mahiyetinin bir muktezasıdır. İnsanda göz dışında akıl ve kalp gibi manevî organlar da olduğundan, Arapçada aklın görmesi feraset, kalbin görmesi basiret olarak tanımlanır. Nihayetinde insanın nazarı genişler. Ebediyete namzet olduğunu idrak eder, ona göre çalışır. Kur’ân-ı Kerim’de birçok kez “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?” ayetleri, tefekkür etmenin de İlâhî bir emir olduğunu vurgular. İnsan hangi ilimle meşgul olursa olsun bu nazarla bakıldığında tefekküre giden bir yolu vardır. Üstad Hazretleri Muhakemat’ta “İlim ilime kuvvet verir, tahakküm etmemek şarttır.” der. Her ilim kendi lisanında Cenab-ı Hakkı bildirir, sanatlı eserlerini tanıttırır. Yine başka bir yerde de Cenab-ı Hakkın hükümlerinin illeti ve hikmeti olduğundan bahseder. Bir hükmün sırf Cenab-ı Hak tarafından emredilmiş olması illet, insana bakan faydaları ise hikmettir. Hikmet, illetin önüne geçip perdelemediği müddetçe illete kuvvet verir. Şevke medar olur. (Orucun faydaları, sabah namazının kalp sağlığı üzerindeki etkisi vs.) O halde illete Rıza-ı İlâhî niyetiyle bakıp hikmetleri de bilmek, tefekkür ve şükre medar olacaktır. Her bir şeye, bahara dahi bu tefekkürî nazarla bakmak gerektir ki, insanı ülfetten uyandırıp asıl vazifeye, uyanıklığa sevk edebilsin. Baharın yalnızca kâinat sayfasında olağan bir döngüden ziyade, asıl manalarını, ölümü, ölümden sonra yeniden dirilişi hatırlatabilsin.

Şimdi nazarlarımızı biraz daha yakınlaştırıp, kıştan sonra gelen bahar mevsiminde ağaçlara ne olduğuna fenler cihetinden, bir de Kur’ân’ın nazarından bir bakalım:

Bilimsel olarak sonbahar ve kış mevsiminde neden ağaçlar yaprak döker ve kurur?

“Kışın hem güneş ışığı saatleri hem de güneş ışığının yoğunluğu düşüktür. Bu nedenle, bu ağaçlar yapraklarını döker, bu da enerji gereksinimlerini azaltır ve bir tür uykuya dalmalarına neden olur. Kışın, bu tür ağaçların dalları yapraksız ve çıplak kalır. Ancak, bazı ağaçların yaprakları her zaman yeşildir.”

“Sonbahar ve kış aylarında günler daha kısadır. Ağaçlardaki yapraklar daha az ışık depolar. Soğuk havalarda toprak donar ve ağaç bu nedenle topraktan su emmede zorluk çeker. Yapraklar çok fazla suya ihtiyaç duyduğundan ağaç, suyu korumak için yapraklarının bir kısmını döker. Düşen yapraklar doğanın gübresidir; toprağı, çimleri ve bahçeleri güçlendiren organik besinlerle doludur. Yere düşen yapraklar yağmur suyunu emer ve ayrıştıkça toprağa ve bitkilere nem geri verir, bu da yağmur suyu akışını kontrol etmeye yardımcı olur.”

Kış aylarında ağaçların metabolizması çok yavaşlayarak adeta hayvanlar âlemindeki bazı hayvanlar gibi “kış uykusu”na yatar. Bahar ise uyanış demektir. Ağaçlar demişken, yıllardır orman bekçiliği yaparak ormanı ve ağaçları yakından gözlemleyen ve edindiği bilgileri kitap haline dönüştüren Peter Wohlleben’in kitabını okuduğumda ağaçların hayat döngüleri ve dayanışmalarından da çok etkilenmiştim.

Peter Wohlleben, “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı kitabında ağaçlar hakkında enteresan bilgiler sunar, işte onlardan bazı alıntılar:

“Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, artık onları makinelerle kesip hayatlarını alt üst edemiyorsunuz.”

“Yaprak dökmek ve yenilerini çıkarmak yalnızca sıcaklığa değil, aynı zamanda günlerin uzunluğuna bağlıdır. Örneğin kayınlar, gün en az 13 saat aydınlık olana kadar yaprak çıkarmaya başlamaz. Bu bile tek başına muhteşemdir, çünkü bunu yapabilmesi için ağacın bir çeşit görme becerisine sahip olması gerekir.”

“Ağaçlar, kök uçlarındaki mantarsı ağlar aracılığıyla yolladıkları kimyasal sinyallerle de birbirini uyarır ve hava nasıl olursa olsun bu ağlar işlev görür.”

“Bir zincir en fazla en zayıf halkası kadar güçlüdür. Bu eski zanaatkâr deyişini ağaçlar bulmuş olabilir. Bunu içgüdüsel [!]olarak bildikleri için de, birbirlerine kayıtsız şartsız yardımcı olurlar.”

“Ağaçlar gerçekten de, susadıklarında çığlık atmaya başlıyor. Ormanda olsanız da onları duyamazsınız çünkü bu, ses ötesi (ultrasonik) seviyelerde gerçekleşiyor.”

Kur’an nazarıyla bakıldığında bahar:

“O’nun işaretlerinden biri de şudur: Sen arzı (ölmüş gibi) kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canlanıp kabarır. Ona can veren, elbette ölülere de can verir. O her şeye kādirdir.” (Fussilet Sûresi, 39.)

“O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle (diriltilip) çıkarılacaksınız.” (Rum Sûresi, 19.)

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kàdirdir.” (Rum Sûresi, 50.)

Evet, bahar mevsiminde kışın sert ve soğuk yüzü çekiliyor, karlar eriyor. Toprak altındaki tohumlar başını uzatmaya başlıyor. Ağaçlar kurumuş dallarından yeşil yapraklarını çıkarıyor. Çiçekler nazlı nazlı tebessüm ederek başkaldırıyor. Adeta her birisi, “Biz öldükten sonra dirildik. Siz de öyle dirileceksiniz. Haşir çok aşikâr!” diyor…

Üstad Hazretleri ise 29. Lem’a da;

“Zira kâinat büyük bir ağaç gibidir. Kâinatın her bir âlemi dahi bir ağaca benzer. Binaenaleyh [buna binaen], cüz’î bir ağacı, bütün enva [türler] ve âlemleriyle beraber kâinatın hilkatine [yaratılışına] kıyas edebiliriz. İşte şu cüz’î ağacın bir aslı ve mebdei [başlama noktası] vardır ki, ağaç o çekirdekten neş’et eder [doğar]. Ve yine, ağacın ölümünden sonra onun vazifesini idame ettiren [devam ettiren] bir de nesli vardır ki, o dahi ağacın semeresindeki [meyvesindeki] çekirdektir.”

Kâinatta her şey hikmetle yaratılmıştır. Ve hikmet sıralamasında köklerden meyveye doğru gidişat vardır. Yani kökler gövde içindir, gövde dallar içindir, dallar da yapraklar içindir ve yapraklar da meyve içindir. Hikmetlerin hikmeti meyvedir. Aynen onun gibi kâinat ağacının meyvesi de insandır. İnsandan başka her şey insan için yaratılmış, onun emrine musahhar kılınmıştır. Öyleyse her şeyin meyveye hizmet edip meyvenin hiçbir şeye hizmet etmemesi akıl kârı değildir.

Bu yıl öyle ki mübarek Ramazan-ı Şerif de baharla tevafuk ediyor. Bu bahar yalnız yeryüzünün haşri değil, uzun zamandır gaflet toprağının altında uyuyan latifelerimizin de dirilişi olmalı. Kur’ân’ı yeni nâzil olmuş gibi okumak, dinlemek, kâinat sayfalarını tefekkürle okumak gerekiyor. Elbet her sene kıştan sonra gelen bahar olduğu gibi, her insanın da bir güzü, bir de baharı, dünyanın dahi bu zulüm karanlığının akıbetinde fecr-i âtî sabahı olacaktır inşaallah… İnsan dünyanın, ülkenin gündemindeki zulümlere, adaletsizliğe bakıp yeise düşmek yerine asıl hayatın ve kâinatın gündemine odaklanmalı.

Elbette olacaktır her gecenin bir nehârı. Haşirde bir bahar; her baharda bir haşir saklı…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*