Kur’ân Baharı

Âlemlerin Rabbi on dört buçuk milyar yıl önce şu koca kâinatı bir tohum bir çekirdek gibi zaman, mekân ve varlık tarlasına ekti. Tohum, zaman, mekân ve tarla hâlâ esrarını çözemediğimiz bir şekilde hepsi birbiriyle iç içe.

O çekirdek başlangıçta her ne kadar gözle görülemeyecek küçüklükte olsa da her birinde yüz milyardan fazla yıldızın olduğu şimdi bilinen iki yüz milyar galaksiyi kıyamete kadar devam edecek programıyla birlikte içine almıştı. Hatta o çekirdekte meskenimiz olan Yer Küre’deki okyanuslardan atmosfere, bitkilerden hayvanlara ve insanlara kadar her şey dahildi.

Varlık ya da kâinat çekirdeği tıpkı tohumun toprak altında bütün kış boyu harika faaliyeti gibi dal budak saldı.

O milyarlarca yıl süren zorlu kış Âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (asm) ve ona vahyedilen Kur’ân-ı Kerim ile muazzam bir bahara dönüştü.

Karanlık toprak içindeki tohumdaki muazzam faaliyet ve manası nasıl toprağın üstüne çıkıp meyve verince anlaşılıyorsa şu muazzam kâinatın hakikati de kâinat baharında Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği Kur’ân ile anlaşılmış ve hakikati görünür hâle gelmiştir.

Milyarlarca atom bombası gücünde dev patlamalarla sayısız galaksi ve yıldız halk edilirken şu küçücük yeryüzünde belki de sayısı yıldızlardan daha fazla bitki, hayvan ve insan halk ediliyor.

Bu muazzam faaliyetten daha da önemlisi şu yer ve göklerin hayallerimizin ötesinde süslenerek yaratılmasının manası nedir? Böyle bir âlemde bu garip insanoğlunun vazifesi nedir? Nasıl bir mucizedir ki ilk zerreden itibaren milyarlarca seneden bu yana değişim ve dönüşümlerle bu muazzam yolculuk devam ediyor? Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi “Benî Âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrâsında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken ‘Sen necisin, nereden geliyor ve nereye gidiyorsun?’” gibi hep karanlıkta kalan soruların gerçek cevapları kalpleri ısıtan ve kâinatı aydınlatan bir parlaklıkla Kur’ân nuruyla verildi.

Şu koca kâinat, bildiğimiz biyolojik hayat açısından bakılırsa tamamı cehennemî ateşlerle yanan yıldızlar ve çölden daha kurak az sayıda gezegenlerden müteşekkil. Ancak bir istisnası var o da kâinata nispeten toz zerresi hükmündeki şu Yerküre! Ancak şu Yerküre dediğimiz Hz. Muhammed’in (asm) türü olan insanoğlunun memleketi büyük imtiyaza sahip. Kâinatın sahibi son kitabını ve son peygamberini bu memlekete, bu Dünya’ya gönderdi.

Fani ve ölümlü insan için yeryüzü milyarlarca yıl hazırlanmış. Milyonlarca sene belki de insan taife ve kabileleri sayısınca yıl yıl, memleket memleket, bölge bölge baharlar gelmiş. Bitkiler tekrar tekrar yaratılmış. Kur’ân-ı Kerim ferman ediyor ve müjde veriyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de diriltecektir.”

Evet kuruluştan bu yana tekrar eden baharlar olmasa yeryüzünde hayat olmaz ve insan da olmaz. Ancak fani ve ölümlü insanoğluna “Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir.” müjdesi milyarlarca bahar kadar değerlidir. Bu müjde yürüyen cenazeler hükmündeki milyarlarca insanı daha dünyada iken canlandırmış; kalplerinde, ruhlarında ve dimağlarında bahar çiçekleri açtırmıştır. Onları hiçlikten, yokluk karanlıklarından ve ebedî ölümden kurtarmıştır. Korkunç hızlarla dönen elektronlardan “top güllesinden yetmiş defa hızla dönen” gök cisimlerine, milyarlarca senedir yanan yıldızlara, milyonlarca yumurta yapan balıklara, arıdan ipek böceğine, her bir damla sudan havaya kadar muazzam birer faaliyet içinde olan şu âlemin vazifesini ve hakikatını da aydınlatmıştır. “Yerde ve göklerde hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tesbih etmesin, zikretmesin!” diyerek şu kesif dünyayı, ıssız gökyüzünü, sayısız canlı cansız mahlukatın içinde ibadet ve talim ettiği geniş bir mescid, büyük bir mektep, harika bir laboratuvar ve muazzam bir fabrika haline getirmiştir. İnsanoğlunu bütün bu harika faaliyetlere yüksek bir makamda nezaretçi seviyesine çıkarmıştır.

Hz. Muhammed (asm) “Kureyşli bir efendi ile Habeşli bir köle arasında fark yoktur” ya da Mekke’nin fethinden sonra “Ey Bilâl, Kâbe’nin damına çık ve ezan oku!” demeseydi kölelik, zulüm ve ırkçılık hiç bitmeyecek, aksine artarak kökleşerek devam edecekti. Hak ve hürriyet mücadelesi firavun ve nemrutların ayakları altında hep ezilecekti. Bu ezan çağlar boyu zulüm, istibdat ve ayırımcılık şeklinde devam eden insanlık kışından sonra baharın ilk çiçekleriydi.

Şüphesiz daha önce de peygamberler, suhuflar ve kitaplar da gönderildi. Ancak hepsi Kur’ân baharına bir hazırlık ve müjdeleyici olmuştur. Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi hepsi bu hakikat ağacının kökleri hükmündedir.

Hz. Muhammed (asm) ve Kur’ân-ı Kerim kısa zamanda öyle muazzam bir inkılap yaptı ki insanlık tarihinde misli ve benzeri görülmedi. Vahşi ve bâtıl âdetlerine körü körüne bağlı bir kavimden kılı kırk yaran adil yöneticiler meydana getirdi. Tarih boyunca bir araya gelmemiş kavimleri bir araya getirerek muhteşem medeniyetler kurdu, zulüm ve istibdadı kaldırdı.

Mescitte mum ışığıyla yeni tanışan bir kavimden kısa zamanda ışık ve göz ile ilgili teoriler üreten ilim adamları çıkardı. Tıp, matematik ve astronominin temelleri atıldı.

Elbette baharda ara ara kesintiler de olacak. Beşer yolculuğu farklı mekânlardan geçerken sert kışlara da maruz kalacak.

Risale-i Nur’da “Kur’ân güneşinin yeryüzünü kaplamasına mâni olan sebepler sayılır. Bunların da kalkmakta olduğu” müjdelenir.

Bediüzzaman Hazretleri “Ben acele ettim kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” der.

İnsanlık tarihinin uzunluğuna bakıldığında geçici fırtına ve kışların ne kadar kısa olduğu fark edilecektir. Gökleri sayısız yıldızlarla, yeryüzünü hesaba gelmez canlı cansız mahlukatı ile süsleyen Âlemlerin Rabbinin maksadı elbette kış değil, hak ve hakikatın, adalet ve insaniyetin kısaca Kur’ân-ı Hakîm’in baharıdır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*