YİNE SEYAHAT

Yeni Kültürler

 

“Seyahat edin ki sıhhat bulasınız” demiş Peygamber Efendimiz. Çok zaman bu hadisin içerdiği mana acaba eskiden olduğu gibi yürüme üzerine olan bir seyahati mi belirtiyor yoksa yeni yerler görmek, hayata farklı bir dinamizm katmak da bu hadis bağlamı içerisinde değerlendirilebilir mi diye düşünürdüm. Neyse ki gezdiğimiz yerlerde ekseriyetle yürüdüğümüz için ve tebdil-i mekânda ferahlık vardır düsturunu da düşünerek bu hadisin farklı veçhelere işaret edeceği fikrine vardım.

 

Seyahat etmek herkes için farklı manalar ifade edebiliyor. Kimisi gittiği yerlerin yemeğini, kimisi tarihini, kimisi sanatını merak ediyor. Benim için ise insanların yaşayışları, hayatı ele alış biçimleri, kültürleri ve kültürleriyle olan ilişkileri daha önem arz ediyor. Belki aynı yemeği yaşadığım şehirde bir restoranda veya evimde kendim hazırlayarak deneyimleyebilirim, gittiğim yerlerin tarihini kısa bir araştırma ile öğrenebilirim ama orada yaşayan insanların hayatın dinamizmi içerisinde aldıkları konumu doğru bir şekilde ancak birebir temaşa ederek anlamdırabilirim diye düşünüyorum.

İşte bu düşünceler içerisinde 31 Ocak-9 Şubat tarihleri arasında küçük bir Avrupa turu yaptık. Bu kısa vakte çokça anı ve farklı şehirler sığdırmayı başardık. Dört ülke, beş şehir gezdik. Birbirine yakın olmasına rağmen yaşayışları, hareketleri ve davranışları birbirinden ayrı dört farklı kültür tanımış olduk. Örnek verecek olursak Almanlar sessiz, soğuk, disiplinli olarak göze çarparken, Çekler şen şakrak, hareketli, gamsız bir yapıya sahipler. Buna karşın Avusturyalılar, Almanlara nazaran yine daha sıcakkanlı olmalarına rağmen onlar da disiplinlerini elden bırakmıyorlar.

Tabi, bu süreç içerisinde sayısız sanat müzesi, saray, kale, kilise, cami, tarihî yapı gördük fakat burada beni, diğerlerine nazaran daha çok etkileyen birkaç yer ve olaydan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle ilk rotamız olan Münih ve Augsburg ya da Bavyera eyaleti olarak da ele alabiliriz, daha önce gezdiğimiz Batı Almanya şehirlerine nazaran daha dindar bir kimliğe sahip. Düzenini anlayamadığımız bir sıklıkla çalan çanlar size koyu Katolik bir şehirde olduğunuzu çok net ifade ediyor, öyle ki daha önce gezdiğimiz yerlerde neredeyse hiç âyine denk gelmemişken ve kiliselerin içeresinde rahatça gezebilirken burada çok defa bir âyine denk geldik, ayrıca ses çıkardığımız ve kafamızda bere olduğu için de birkaç defa uyarıldık.

İlk gecemizi Münih dershanemizde geçirip burada derse katıldıktan sonra, ikinci gecemizde ise Augsburg dershanemizdeki derse katılıp, gecemizi burada geçirdik.

Münih’te ikinci günümüzde El-Kudüs mescidinde öğle ve ikindi namazını eda etmeye gittik. Burada Cibril abi ile tanıştık. Kendisi ihtiyar, ehl-i takva biriydi. Zar zor anlaşıp biraz sohbet ettikten sonra bize “Burada birlikle Kudüs mescidinde namaz kıldık, inşaallah bir gün beraber Kudüs’de de namaz kılarız” dedi. Daha sonra fotoğraf çekilip selamlaştıktan sonra oradan ayrıldık. Bu vakıa, gezide benim için en unutulmaz andı.

Yine Münih özelinde aklımda kalan önemli yerlerden biri Dachau toplama kampıydı. Burası ikinci dünya savaşındaki en büyük toplama kamplarından biri. Çok geniş bir araziye kurulmuş olan bu kamp, şimdi müze olarak sergileniyor.

Bavyera’dan sonra ikinci durağımız Çekya’nın başkenti olan Prag oldu. Prag’a yolculuğumuzu otobüsün üst katından güzel bir manzara eşliğinde yaptık. Çeklerin araba sürmeyi pek bilmediklerini de söylemek lazım ya da biz yanlış bir zamanda da gitmiş olabiliriz tabi.

Prag en merak ettiğim Avrupa şehriydi. Meşhur klasik müzik sanatçısı Antonín Dvořák ve edebiyat âleminin önemli yazarlarından biri olan Franz Kafka’nın da burada yaşamış olmaları bu şehri benim için ilgi odağı haline getiriyordu. İkinci Dünya savaşında Prag halkı tarihî yapılarına zarar verilmemesi karşılığında Almanlara teslim olmuş ve bu şekilde bin yılı aşkın tarihî güzelliklerini muhafaza etmeye başarmışlar. Seksen yıl önce var olan bu tarihî hassasiyetleri hâlâ da devam ediyor, öyle ki Charles Köprüsü üzerindeki lambalardan bir tanesi düzenli olarak bir görevli tarafından yakılıp söndürülüyor, bu şekilde kültürleri ile bağlılıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Ayrıca bu köprüde bir de Osmanlı heykeli var. Bu heykel eğer Hristiyanlar olarak birlik olmazsanız Türkler sizi esir alıp zindana kapatır mesajı vermek için yapılmış. Etkileyici…

Tabi Prag deyince akla gelen ilk yapılardan biri de Astronomik Saat Kulesi. Tarihi 15.yy’ın başlarına dayanıyor. Çek Kralı, Usta Hanus’tan bir saat yapmasını istiyor. Hanus da hem ayın hem güneşin hem burçların hem de saatin gözüktüğü ayrıca her saat başı çanlar eşliğinde Hz. İsa’nın on iki havarisinin seremoni eşliğinde geçtiği hem mimari hem estetik açıdan mükemmel bir eser icra ediyor. Daha sonra saat meşhur olunca diğer krallar da Hanus ustadan böyle bir saat yapmasını isteyince Çek Kralı ustanın gözlerine mil çektirerek kör ediyor.

Prag anlatmakla bitirilmez, barok ve gotik mimarisi, sanatı, tarihi fakat her giden kişinin gün batımı ve doğumunu izlemesi gerektiğini düşündüğüm bir şehir. Gün doğumu için Prag Kalesi veya Petrin Tepesi, gün batımı için ise Charles Köprüsü ile Dans Eden Ev arasındaki müsait bir yerden izleyebilirsiniz.

Prag için de artık zamanımız dolduktan sonra ecdadın iki kere kapısından döndüğü Viyana’ya doğru yola koyulduk. Eğer Avrupa’yı geziyorsanız ve paranız da var ise kesinlikle yolculuklarınızı trenle yapmalısınız. Biz de Prag’dan Viyana’ya dört saatlik bir tren yolculuğu ardından geldik. Yol boyunca geçtiğimiz köyler ve kasabalar, geniş tarım arazileri gerçekten görülmeye değer.

Viyana’yı tek bir kelime ile tanımlamak gerekirse bu “sanat” olurdu. Saat beşten sonra o işkolik, sessiz insanlar gidiyor, yerine takım elbiseli, şık sanatsever insanlar geliyor. Birçok kilise, saray, opera ve tiyatro binasında her akşam, klasik müzik konserleri, tiyatro ve operalar sergileniyor ve sanırım benim için de bu gezi özelinde hiç unutamayacağım şeylerden biri Annakirche kilisesinde gittiğim Beethoven ve Mozart klasik müzik konseri idi. Üç keman ve bir çellonun olduğu bu konseri bir buçuk saat boyunca en önden takip etmek fırsatını buldum.

Viyana’da da Türkleri anlatan bir heykel var. Tabi bu Prag’daki korkudan ziyade zafer edasıyla yapılmış bir heykel. St. Stephan kilisesinin dışından ayaklar altına alınmış bir Osmanlı askeri. Biz maziyi unutsak da diğer milletler bunu diri tutmaya çalışıyor.

Burada çok fazla saray mevcut. Hofsburg İmparatorluk Sarayı, hemen birbirinin aynısı olarak inşa edilmiş olan sanat ve doğa tarihi müzelerinin hemen yanında fakat Viyana’da müzeler diğer ülkelere nazaran çok pahalı olduğu için hepsine girebilmek maddî bir külfet maalesef. Biz burada Doğa Tarihi Müzesini seçtik. İçerisi gerçekten mükemmeldi.

Diğer saraylar ise Schönbrunn ve Belvedere sarayları. Burada daha cazip olan Belvedere Sarayı bana sorarsanız. İçerisinde ünlü ressam Gustav Klimt’in meşhur eserleri bulunuyor. Yine Rönesans ve Barok dönemine ait yüzlerce eser de burada sergileniyor. En üst kat ise modern sanata ayrılmış durumda. Sarayın kendisi de Barok mimarisi ile tasarlanmış olup duvarları yine o döneme ait özel işlemeler ile süslenmiş.

Viyana deyince birçok müzisyen, yazar, sanatçı akla geliyor fakat benim için bunlardan en önemlisi Beethoven. Kendisinin evi şu an müze olarak kullanılıyor. Burada farklı dönemlerde toplam sekiz yıl kalmış ve herkesin bir şekilde duyduğu, dinlediği meşhur 9. Senfoniyi burada icra etmiş. Yine menfî felsefenin önemli temsilcilerinden Freud ve Yahudi asıllı Satranç, Gömülü Şamdan, Mecburiyet gibi meşhur eserleri bulunan Stefan Zweig’ın yaşadığı evler de burada.

Viyana’dan sonra ise son durağımız Bratislava… Burası Slovakya’nın küçük ve sakin olan başkenti. Çok fazla gezilecek yer olmamasının yanı sıra Viyana’ya kırk beş dakika mesafede olması ve ucuz bir şehir olması sebebi ile burası da turistlerin uğrak yeri. Bratislava Kalesinden Tuna nehrine karşına bakmak çok güzeldi. Burada 93 harbinde Rusların sevkiyat güzergâhı olan Plevne’yi 145 gün boyunca savunup, Rusların İstanbul’a girmelerini engelleyen Şanı Büyük Osman Paşa’yı da yad ettik. Tabi Plevne Bulgaristan’da. Biz Tuna nehrini bulmuşken yad etmek olmaz dedik.

Bratislava’da ayrıca eski şehir kapıları mevcut. Bir şehir kapısının altında ise diğer başkentlere olan uzaklıklar ve yönleri yazıyor. İstanbul buradan 1231 km uzakta.

Bratislava’da üç farklı dildeki hutbe eşliğinde Cuma namazını kıldıktan sonra Viyana’ya geri döndük. Burada bir gün daha geçirdikten sonra artık bizim için dönüş vakti gelmişti. Ne de olsa bülbülü altın kafese koymuşlar yine de vatanım demiş.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*