Son zamanlarda dillerimize pelesenk ama hayli irite bir takdir sözümüz var:
“Yapıyorsun bu sporu!’’
Aslında hepimiz, iyi kötü bir spor yapıyoruz doğdumuzdan beri… Muhtemelen emeklemekten yürümeye henüz geçen bir bebek, olimpiyatlarda ülkesini temsil eden bir sporcunun, madalya kazandığı anda tüm milletini ekran başında sevince boğduğu zamankinden daha fazla ve haklı bir sevinci, ailesine yaşatıyordur.
Yürümekten sonra koşmak, konuşmak, eli kalem tutmak… Mâlum artık matematiğin, fiziğin, kimyanın, geometrinin bile olimpiyatları var. Zihin jimnastiği nevinden, spor sayılsa abes olmaz herhalde. Sonuçta satranç da, asırlara meydan okuyan 64 karesiyle, sporların en entelektüeli olarak aralarında yer alıyor.
Motor sporları, atıcılık, binicilik, dalış, golf, tenis, halter, eskrim…
Ne spor değildir derseniz belki güreş harici dövüş sanatları, sporun nezih tarzından bir parça ayrılıyormuş gibi hissettiriyor diyebilirim.
Ama bir de spor ailesinin yeni bir kardeşi var. Takım oyunu, rekabet, idman, tecrübe, refleks, zekâ, tutku, küresel taraftarlar ve inanılmaz etkileşimlerle dolu… Hayal ve misal âlemlerinin sporu: e-spor.
Öteki âlemlerin sporu dedik zira diğer sporlar dalları; “tabiri caizse’’ yazıldığı gibi okunurken (yüzmeyse yüzme, futbolsa futbol) e-spor, hayallerin uzandığı sahalarda, karakterlerde ve kombinasyonlarda bir deneyim sunuyor. E-spor, milattan öncelerden beri -aşağı yukarı- aynı şekilde devam edegelen atletizm gibi sporların eğlenceli ve dinamik bir alternatifi olarak 21. yüzyılda ismini, büyük küçük herkese duyurabilmiş olmasının rüzgârını estiriyor.
Dedeleri hatta birçoğunun babaları bile ‘spor niyeti olmaksızın’ tarlaya, suya, hayvan peşine giden neslin torunları ve çocukları, bugün oturdukları bilgisayarının başında ‘kendi sporlarını’ icra ediyor. Türkiye’de dahi federasyonu, millî takımı ve lisanslı oyuncuları bulunan bu sektörü iyi anlamak ve ‘oyunu kurallarına göre oynamak’ gerek.
Öncelikle Türkiye’de, home-office çalışmak bile çalışmaktan sayılmazken bir dijital oyunlar furyasının, spor dalı olduğunu kabul etmek, bizler için biraz zor denebilir. Sonuçta dijital oyunları bırakın sporu, bir hobi olarak bile hoş karşılayamıyoruz. Ama işin aslı pek öyle değil…
Şu oyunlara bakış açımızı şöyle bir değiştirsek, acaba orta yolu bulabilir miyiz: Oyunlar; zihin gücümüzün, modern teknolojiyle el ele vermesinin bir çıktısı olarak bizlere interaktif bir hayal dünyası sunuyor.
Tarihte eşi benzeri olmayan savaşlar ve stratejiler, klavyemiz başında yeniden yaşanıyor veya bir hikâye, tercihlerimize göre şekilleniyor ya da hiç sahip olamayacağımız bir araç hemen parmaklarımızın ucunda, yarışa hazır bekliyor. Bunlar; âlem-i misali, şehadet âlemine yaklaştıran kıymetli nimetler addedilemez mi? Hele ki 100 seneden geçkin, sinemanın garabetini bilirken…
Bu oyun faslı zihnimizin bir köşesinde dursun, biz bu işi nasıl spora dökmüşler ona bir göz atalım:
Video oyunları, internetten daha eski materyaller. Hatta iki raketin karşılıklı bir şekilde topu birbirlerine attıkları 50’li yılların Pong oyununu, hepimiz bir kere görmüşüzdür. Daha sonraları üniversite birimlerinin veya askerî ağların birbirine veri aktardığı kapalı ilkel sistemlerde, birbirine bağlanmış farklı cihazlardan oyunlar oynanmış ve bu durum, çevrimiçi oyunculuğun temellerini atmış. Daha sonra internetin çıkmasıyla ve sunucuların yaygınlaşmasıyla çevrimiçi oyunculuk, oyun kategorisinin zirvesine yerleşiyor, bugün halen zirvedeki yerini korumaya devam ediyor.
Gel gelelim bu işin asıl patladığı yere:
İnternet kafelerdeki LAN (Local Area Network) günlerini ya yaşamış ya görmüş ya da duymuşsunuzdur. 2000’lerin başında, liseden kaçıp internet kafeye giden ve birbirleriyle oyun oynayan gençler, bu işi bir üst basamağa çıkarmaya karar verdiler. Amatör bir halı saha maçı gibi organize olan gençler; bu sefer bir turnuva etrafında, okuldan kaçmadan oyunlarını oynama fırsatı buldular. Hem yerel hem de küresel çapta…
Yerel olanı da yine tanıdık gelecektir size. Şehrin veyahut semtin meşhur bir internet kafesinde, herkesin kendi takımı ile mücadele ettiği ve bileğinin hakkıyla oynadığı bir turnuva…
Küresel çapta ise binlerce oyuncu, yüzlerce sponsor, onlarca takım ve sayısız, gönlünü oyun tutkusuna kaptırmış genç birey…
Günümüzde ise insan ve maddî sermayesi, artarak büyüyen bir sektör. Akademileriyle, ekipmanlarıyla, turnuvalarıyla, üniversitelerdeki kulüpleriyle, reklamları ve yayınlarıyla…
Elbette e-spor’da biraz ‘reel’ spor gibi, her oynayan profesyonel arenaya çıkamıyor. Ama yaptığı (oynadığı) spor keyfinden de mahrum kalmıyor.
Tabii spor bildiğimiz sporların profesyonelleri, dışarıdan bakıldığında fiziğinden belli olurken ekseriyetle e-sporcular da bu konuda karakteristik özellik taşıyor. Tüm antreman, maç ve organizasyon bir ekran başında gerçekleşince vücudun da bu duruma adaptasyonu kaçınılmaz oluyor. Her ne kadar sosyal ilişkiler açısından problem oluşturmayan bir dal olsa da e-sporun yanında bildiğimiz sporu yapmak, ilgililerin beden sağlığı açısından elzem denebilir. Gün geçtikçe ilerleyen teknoloji; belki e-sporu, sanal gerçeklik gözlüklerine taşır ve bir parça fiziksel hareket de ekler, kim bilir? Teknoloji, hayallerimizi ne kadar gerçekleştirebilecekse oraya kadar yolu var…
Umarım video oyunculuğunun kötü şöhretine, bir güzelleme kabîlinden şu yazı sizi çok sıkmamıştır, kızdırmamıştır. Çok da kısa, bir anımı iliştirerek sizleri rahat bırakıyorum efendim:
Geçen senelerde, bir gün temizlik bahanesiyle kitaplığımı dağıtırken tozlu raflardan 2004 yılına ait bir “Genç Yaklaşım’’ dergisinin son sayfalarında, o yılların efsane video oyunu serisi “Splinter Cell’’ ile ilgili bir inceleme yazısı görmüştüm. Hayret ve heyecanımdan uzun süre sayfayla bakıştıktan sonra, helâl dairesinin, aynı benim düşündüğüm kadar geniş olduğuna kanaat getiren Risale-i Nur ekolü ve genç birilerinin olması beni çok memnun etmişti. Bana katılır mısınız bilmem ama zaten hayatı biraz da çekilebilir kılan mesele; herhalde kâinata, yaratılışa, insana, dağa taşa, sineğe böceğe, filme diziye ve benim için en özeli, oyunlara; ibret nazarıyla Risale-i Nur penceresinden bakabilmek…

İlk yorumu siz yazın