
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2024 raporuna göre geçtiğimiz yılda mahkemedeki en fazla dosya Türkiye’ye ait: 21.600. Onun en yakın takipçilerinin 8 ve 7 bin civarlarında olduğunu düşünürsek, bu sayının bir hayli fazla olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bizimle neredeyse aynı nüfusa sahip Almanya’nın 2024 dosya sayısının 440 olduğunu belirtirsek, bu sayı gözümüzde daha da büyüyecektir.
Bunun çeşitli sebepleri sıralanabilir. Türkiye’de adalete olan güvensizlik ve giderek artan temel hak ihlallerinin bu sayının adeta patlama yapmasında etkisi olduğu şüphesiz. Bu yazıda bu konuya, AİHM mekanizmasına ve Türkiye kamuoyu – AİHM ilişkisi üzerinden bir bakış açısı sunacağız.
AİHM Uzlaşısı
1950’lerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyine üye devletler tarafından egemenliklerine yönelik bir tehdit olarak görülüyordu. Bu endişeleri tamamen yersiz de sayılmazdı çünkü sistem özünde bir uzlaşmadan ibaretti. Bir yandan, o dönemde böyle bir belgeyi oluşturacak siyasî mutabakatı sağlamak dikkate değer bir başarıydı; ancak öte yandan bu, “egemen ve demokratik bir devlet olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde kendi eylemlerini savunmak zorunda kalmak” gibi bir bedelle geliyordu. Tam da bu sebepten dolayı mahkemenin ilk kararları “meşruiyet oluşturma dönemi” adı verebileceğimiz bir aşamada gerçekleşti.
Bu engeli aşmak için Mahkeme, Sözleşme’nin etkisinin sınırlı olduğu yönündeki kapsamlı iddiaların ötesine geçebilmek adına Avrupa Konseyi üyesi devletlerin “ortak demokratik değerleri”ne dair geniş bir anlayışı ölçüt olarak benimsedi. Buradaki temel fikir, Sözleşme’nin devletler için aşılmaması gereken bir kırmızı çizgi olmasıydı; ulusal bağlam ne olursa olsun, bu değerlerin her şeyin önünde gelmesi gerektiği düşünülüyordu. “Ortak değerler” vurgusu da demokratik devletlerin temel haklar düzeyinde birbirine yakın standartlarda olması ve birbirlerini olum açıdan etkilemesi idealiydi.
AİHM’in, -o zaman ki adıyla Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun- uluslararası insan hakları bağlamında esastan ele aldığı ilk bireysel başvuru davalarından biri 1960 tarihli De Becker/Belçika kararıdır. Belçika mevzuatının başvuran gazetecinin ifade özgürlüğü üzerindeki kapsamlı ve her şeyi kapsayan etkileri nedeniyle, ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştı. Komisyon’a göre bu kısıtlama:
“Avrupa Konseyi demokrasilerinin idealleri ve gelenekleri ile uzlaştırılabilir görünmemektedir ve …. Madde 10(2) anlamında ‘demokratik bir toplumda gerekli olanın’ ötesine geçmiştir.”
De Becker kararı, Avrupa’nın temel demokratik değerleri söz konusu olduğunda, Strazburg’un ulusal bir perspektife ya da demokratik olarak kabul edilmiş mevzuattan kaynaklanan bir pozisyona basitçe boyun eğmeyeceğini göstermiştir.
1980’lere gelindiğinde Strazburg artık “Avrupa’nın yarı anayasal mahkemesi” olarak anılmaya başlanmıştı. O yıllarda AİHM Yargıcı Brian Walsh, mahkemenin (Avrupa) “kamuoyunun” zihnini büyük ölçüde yakaladığı için Sözleşme sisteminden çekilmenin artık çoğu ülkede siyasî olarak imkânsız olacağına inandığını söylemişti. Aynı tarihlerde Yargıç Martens, Mahkeme’nin ezilen bireyler için devletin kabulüne bağlı olmayan bir yargı yetkisi olan “son çare koruyucusu”na erişim sağladığını söylemişti.
Aslında AİHM, en başta sözünü ettiğimiz ve salt devlet otoritesini, ne zaman ve nasıl olursa rahatsız edecek bu sistemi; bu devletlerin halkları tarafından bir dış mahkeme olarak değil, kendilerine tanınan çok önemli bir hak olarak gördüğü için meşruiyet kazanmıştı.
Türkiye ve AİHM
Türkiye, Avrupa Birliği’nin temel ilkelerini ve ruhunu da ortaya koyan Avrupa Konseyi’nin 1950 yılından bu yana üyesi durumunda. İlk üyelerden biri olmasına rağmen Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sistemine katılımı ancak 1990 yılında, mahkemenin bağlayıcı otoritesini tanıması ve bireysel başvuru yolunu açmasıyla gerçekleşti. O dönemde Türkiye’de pek çok kesimden insan bunu, ideolojik ve katı 1982 Anayasası’nı ve onun mahkemeler ve yürütme tarafından uygulanmasını aşmak için bir fırsat olarak gördü.
Kürtlerin kültürel hakları, devletin aşırı güvenlik önlemleri, başörtüsü yasakları, siyasî parti yasakları, İslam’ın kamusal alandan dışlanması vb. Türkiye’nin toplumsal barışını ve demokrasi kalitesini yakından ilgilendiren konulardan oluşan davalar AİHM’e taşınmaya başladı. Özellikle 2000’li yılların ortalarına kadar Türkiye mahkemenin kararlarına çoğunlukla direndi. Ancak Mahkeme, rahmetli Ergun Özbudun’un da belirttiği üzere Türkiye’nin demokratikleşmesinde rol oynadı ve AB uyum sürecinin de etkisiyle sözünü ettiğimiz alanlarda —bazen kısıtlı ve geç olsa bile— reformlar görülmeye başlandı.
Bu süreç içinde birçok kişi AİHM’yi zaman zaman kararlarında haklı olarak eleştirirken (başörtüsü davalarında AİHM’nin tüm meseleyi Türk devletine havale etmesi gibi), yine de toplumun farklı kesimleri AİHM mekanizmasını kullanma konusunda ısrarcı olmaya devam etti. Her ne kadar 2002–2014 arasındaki diğer dönemlere kıyasla olumlu geçen sürece rağmen, Türk yargısının AİHM tarafından ortaya konan standartlara uyma konusundaki direnci de devam etti.
Takip eden yıllarda Türkiye 2000’lerin ortalarındaki tavrını da yitirince AİHM başvuru sayıları ve ihlâl kararları da artışa geçti.
Tek tek konular ve davalar hakkında söylenecek çok şey var. Ancak sorun, Türkiye’nin tarihi boyunca kalıcı bir şekilde “devlet merkezli paradigmadan” “hak temelli paradigmaya” geçememesinde yatıyor. Bu gerçekleşene kadar, dava sayılarında kayda değer bir azalma görmek de gerçekçi değil.
Beklenti
Türkiye’de AİHM’ye yönelen başvuru sayılarının bu denli yüksek olması, sadece iç hukuk yollarının etkisizliğinden değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde bu dış mekanizmaya dair gelişmiş bir farkındalıktan da kaynaklanıyor. Türkiye’de pek çok birey için, kaybolan ya da tanınmayan bir hakkı Avrupa’da aramak, zamanla sadece hukukî bir yol değil, siyasal sistemle kurulan ilişkinin bir göstergesi hâline geldi. Yargının içerdeki işleyişine olan güvenin kırılması, AİHM’yi işlevsel olduğu kadar sembolik bir yere de taşıdı: Ulusal hukuk düzeninin dışına çıkılarak başvurulan bu yol, AİHS’in meşruluğuna dayalı bir hak arayışının da ifadesi. Bu durum, AİHM sisteminin kurulduğu dönemdeki temel gerilimleri —devlet egemenliği ile birey hakları arasında kurulan hassas dengeyi— Türkiye özelinde yeniden gözler önüne sürüyor.
Kaynaklar
Bates, Ed. (2019). Consensus in the Legitimacy-Building Era of the European Court of Human Rights. In P. Kapotas & V. Tzevelekos (Eds.), Building Consensus on European Consensus: Judicial Interpretation of Human Rights in Europe and Beyond (pp. 42-70). Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/9781108564779.004
Erdoğan, Mustafa. (2011), “Demokrasi, Anayasa Yargısı ve Türkiye Örneği”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi/Hukuk Sayısı, Yıl 10 Sayı 20 (Güz), ss. 27-45.
Lindholm, Tore. (2016). The Strasbourg Court Dealing with Turkey and the Human Right to Freedom or Belief. In W.Cole Durham, R. Torfs (Eds.), Islam, Europe and Emerging Legal Issues. Routledge.
Özbudun, Ergün and Türkmen, Füsun (2013). Impact of the ECtHR Rulings on Turkey‘s Democratization: An Evolution, Human Rights Quarterly, Vol. 35, No:4, p. 985-1008.
Spielmann, Malte (2021). Kemalism, the Judiciary, and Human Rights Diffusion: The ECHR in Turkey, Max Planck Institute for Comparative Public Law and International Law (MPIL) Research Paper No. 2021-18.
İlk yorumu siz yazın