
Sivil itaatsizlik diğer ifadeyle pasif direniş, insanlık tarihinde çok eskilere giden bir eylem biçimi. Bir felsefî düşünce olarak formüle edilmesi ve o şekilde benimsenmesi Amerikalı yazar ve düşünür Henry David Thoreau sayesinde oluyor. Thoreau, Sivil İtaatsizlik kitabına “‘En iyi yönetim en az yönetendir’ mottosuna yürekten katılıyorum” sözüyle başlamış ve en büyük dileğinin, bunun daha çabuk ve daha sistemli işlediğini görmek olduğunu belirtmiştir. Çoğunluk yönetiminin her durumda doğruluk üzerine kurulmadığını düşünen Thoreau, “iyi ve kötü üzerinde çoğunluğun değil, yalnızca vicdanların karar verdiği bir yönetim olamaz mı?” diye sorar. Thoreau, eserinde vicdanı dolayısıyla insan onurunu ve bunların hepsinden önce bireyin özerkliğini esas almaktadır.[1]
Sivil itaatsizliğin tanımına baktığımızda ise “Sivil itaatsizlik, sivil yönetim tarafından uygulanan yasaların özüne uyarak yasalara riayet etmeme, karşı koyma anlamına gelmektedir. Yasaların ya da hükûmet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen (aleni), şiddete dayanmayan, vicdanî ancak yasal olmayan politik bir eylemdir.”
Sivil itaatsizliğin meşru fakat hukukî olmadığı tanımından yola çıkarsak akla şöyle bir soru geliyor:
Meşru olanla hukukî olan aynı değilse meşru olanı anlamak için nereye bakacağız?
Tarihte çoğunlukla kutsal metinler, tanrının buyruğu meşrutiyet kazandırıyor düşüncelere ve eylemlere. Kimi zaman akla ve vicdana, geleneklere uygun olan, veyahut toplumsal uzlaşma meşruluğu belirliyor. Hakkaniyet her zaman hukukla örtüşmüyor. Sivil itaatsizlik bu noktada bir insanlık görevi olarak karşımıza çıkıyor.
Geçmişte fizikî bir eylem olarak icra edilirken, günümüzde sivil itaatsizlik yerini sosyal medyaya bırakan sanal bir direnişe dönüşmüş durumda. Sosyal medyanın, insanlık tarihine nispeten yeni bir örgütlenme alanı oluşu, bu durumun gerçek hayata yansımaları ve sonuçları hakkında düşündürüyor. Yerel ya da küresel gündemlerde hak arayışlarının çeşitli sosyal medya platformlarından daha kısa sürede daha fazla kitlelere yayıldığına şahit oluyoruz. Kısa bir zamanda binlerce insan haksızlık karşısında aynı hashtagte birleşip sesini duyurmaya çalışıyor. Modern çağda bu sayede haksızlıklar çok daha görünür halde olurken, bu haksızlıklar karşısında adaletin yerini bulması her zaman mümkün olmuyor. Bazı hükümet politikalarında kamuoyunun sesiyle ve baskısıyla geri adım atılırken; bazı gündemlerde sosyal medyadaki paylaşımlar ne yazık ki etkisiz kalıyor. Bu da toplumun iradesinde sosyal medyanın gücüne güvenmek ve ümitsizlik arasında gittikçe derinleşen çatlaklar oluşturuyor.
Bununla birlikte ülkemizde sosyal medyada sürekli değişen gündemler bireysel anlamda alt mesaj olarak “zulme sessiz kalma, sen de paylaşım yap” çağrısı oluştururken, devamında “bir tarafı seç” baskısı da oluşturmaktadır. Hatta çoğu kez zulme karşı hak arayışında olan bir kitle, yapılan zulümle beraber buna duyarsız kalanlarla da mücadele ettiğini ifade etmektedir. Savunduğu hak arayışını gündeminde mütemadiyen dinç tutan bir kitle olduğu gibi; birkaç paylaşımdan sonra “ben elimden geleni yaptım” düşüncesine kapılıp arkasına yaslanan, hayatına kaldığı yerden devam eden başka bir kitle de var. Kaynağı belli olmamasına rağmen İslamî bir tavır elbisesi giyen “Bir zulme engel olamıyorsanız onu duyurun” sözü de yalnızca paylaşımla sınırlı kalan pasif direniş hareketini daha da pasifleştiriyor. Modern çağ insanının sosyal medya aracılığıyla hak arayışlarının kendi nazarımda durum fotoğrafını çekerken, başka bir açıdan da bu hak arayışlarının da farklı renklerde olduğunu görüyorum. Örneğin bir grup Filistin-İsrail meselesinde İsrail’i protesto ederken; başka bir grup İmamoğlu-hükümet meselesinde –hak hukuk namına- hükümeti protesto ediyor, kimi kadın hakları, kimi ise hayvan haklarının savunucusu olarak aktif oluyor. Bu durumda şahıslara göre ya da onların şahs-ı manevîsi olan ideolojilere göre hakkın rengi değişiyor. Cemil Meriç, “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyerek, sonu izm’le biten her ideolojinin mensuplarını kendi anlayışı çerçevesinde düşünmeye yönlendirdiğini, bunun da özgür düşünceyi kısıtladığını ifade ediyor. İdeolojilerle sınırlı bir hak arayışı da toplumun ortak vicdanını birleştirici olmaktan ziyade, ayrıştırıcı bir görev görüyor. Tıpkı kırık bir aynadan çarpıtılmış bir görüntü oluştuğu gibi, belli ideolojilerle sınırlı kalan hak arayışlarında da zamanın aynasından toplumsal bütünlüğümüzün gittikçe bozulduğunu görüyoruz. Hak renklere ayrıldıkça, Hakkın nuru yeterince inkişaf edemiyor. O halde bir insanlık vazifesi olan hak, hukuk, adalet anlayışımızı, fani zihinlerden geçerek renklenen ideolojilerden değil; kâinatın kılavuzu olan Kur’ân’dan ve Kur’ânî yönetim şekli olan şeriattan öğrenmeliyiz. Gündemimizde sosyal medyanın geçici rüzgârları değil, asıl davamız olan önce imanı kazanmak ya da kaybetmek davası olmalı, ve buna çalışmalı.
“Biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.” (Emirdağ Lahikası-I, 21. Mektup)
Netice itibariyle;
Hak aramak bir fazilettir.
Sosyal medya, bu arayışın modern vasıtasıdır.
Lâkin ne vasıta kutsaldır, ne de kalabalıklar daima haklıdır.
Hakikat, ancak sabırla, hikmetle ve ihlâsla tahakkuk eder…
İlk yorumu siz yazın