Asrın idraki ve Risale-i Nur

Geçtiğimiz sene Oxford Sözlüğü yılın kelimesi olarak “beyin çürümesi”ni seçti. Bu kavram bugün, dijital araçların bilinçsiz kullanılmasıyla entelektüel ve soyut bir derinlikten mahrum kalmış; aklı zorlayan hiçbir aktiviteyle meşgul olmadığı için rahnelenen insan idrakini ifade ediyor.

Bu duruma birinci sebep olarak da sosyal medyadaki kısa videolar ve bunları kaydırarak izleme alışkanlığı gösteriliyor. Adeta hipnoz olur gibi birbirinden alakasız onlarca videoyu peş peşe izlemek, belki hayatın hiçbir yerinde ihtiyaç duyulmayacak faydasız bilgilere maruz kalmak veyahut sırf eğlence maksadıyla sürekli bir haz arayışına dönen son derece zararlı bir alışkanlık. (Çok fazla bilgisayar oyunu oynamak, sosyal medya bağımlılığı da örnek olarak verilebilir)

Bu fıtrî olmayan tüketim modelinin özellikle gençler arasında bir norm haline gelmesiyle birlikte hayatın gerçeklerinden bir kopma meydana geldiği görülüyor. Muhakemesini, yani hayatı anlayabilme yeteneğini, kaybetmiş bir insan doğal olarak hayatın dinamiklerini de anlayamaz hale geliyor. Bunun en bariz örneği ise eskiden meşhur olan “güzel şeyler zaman alır” sözünün bir hükmünün kalmayışı.

Sürekli olarak sahte haz duygusu yaşatan bir araç varken sayfalarca bir duyguyu veya hayattan bir yansımayı anlatan bir kitabı okumak eziyete dönüşüyor. Hatta bir filmi bir videoyu izlerken tahammül gösteremeyip ilerletmek veya hızlandırmak da şu an oldukça popüler bir yöntem haline geldi. Bu da hayatın inceliklerinden uzak, bilginin derinliğinden yoksun, hakikat arayışından kopmuş, yüzeysel ve sabırsız bir insan modelini netice veriyor.

Peki böyle bir insan profiliyle nasıl muhatap olunur? Böyle bir idrake nasıl hitap edilir?

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki “beyin çürümesi” kavramı bugün ortaya atılmış bir kavram değil. İlk kez 1854 yılında yazılmış Walden adlı bir kitapta dile getiriliyor. Modern yaşamın dayattığı moda, başarı gibi kavramları eleştiren bu kitap neredeyse iki yüz yıl önce, bugün her kesimden insanın muzdarip olduğu bir hastalığı teşhis etmiş.

Yaşadığı dönemde toplumdaki, bilhassa İslâmlar içindeki, fikrî bozulmaları ve dönüşümleri gören merhum Mehmet Akif muasırlarına hakikati anlatabilmek hususundaki arzusunu şöyle dile getiriyor: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”

Akif’in bu çağrısına en güzel cevabı Risale-i Nur Külliyatıyla Bediüzzaman veriyor. Pozitivist düşüncenin yaygınlaşmasıyla birlikte aklî delillere daha fazla önem atfeden ve daha fazla sorgulayan insanlara akıl ve mantığa uygun izahlarla cevaplar veriyor.

Bununla birlikte metot olarak eski medrese usullerinin aksine belli bir mekânda bulunup ders almak gibi bir yöntemi de yok. Bunun yerine herkesin her an ulaşabileceği ve hayatın günlük akışında istifade edebileceği bir metot geliştiriyor. Bugün duymaya çok alıştığımız “uzaktan eğitim” modeli gibi Risale-i Nur’a ister bir kitaptan ister mobil bir uygulama vasıtasıyla olsun ulaşabilen herkes için başka bir aracı olmadan ders alma imkânı sunuyor.

Bunu yaparken de pek vakti olmayan, sabırsız veya beyin çürümesi gibi bir illet vesilesiyle yeterince dikkati (odağı) olmayan bu asrın insanının idrakini incitmeyen bir tarz ortaya koyuyor. Yine günümüz tabirlerinden olan bir nevi “hızlandırılmış eğitim” ile ders veriyor.

Mesela, haşir gibi mühim bir meseleyi aşağı yukarı 100 sayfada; kader gibi derin bir konuyu birkaç sayfada izah ediyor. Nübüvveti, tevhidi, meleklerin varlığını birkaç bahiste akla en uygun delillerle ispat ediyor.

Bediüzzaman, bir sene boyunca Risale-i Nurları okuyan kişinin zamanın önemli ve hakikatli bir alimi olacağını söylerken; eskiden on beş senede alınan iman dersinin Risale-i Nur ile on beş haftada alınabileceğini ifade ediyor. Ve Risale-i Nur’un İslam hakikatlerinde ders olarak yeterli geldiğini ispat ediyor.

Yani içerik olarak, akla ve mantığa uygun deliller arayan, bu çağın insanının anlayışına muvafık olduğu gibi; metot olarak da tahammülsüz, sabırsız zihinlere ders vermeye tam uygunluk gösteriyor.

Bediüzzaman Risale-i Nurları yazarken tevhid-i kıble ediyor. Yani kendisine yol gösterici olarak yalnızca Kur’ân’ı esas alıyor. Halbuki o zamana kadar kendisinden önce yaşamış çok fazla müfessir ve üstad varken ve pek çok yöntem, yol ihtiyar edilmişken, Üstad Hazretleri bütün o yolların kaynağına yöneliyor. Onun bu metodu, Üstadın ifadesiyle, beyni bin parça olmuş bizlere mühim bir ders niteliği taşıyor. Bu kadar kargaşanın içinde hastalıklı bir beyinle nasıl ve hangi yoldan hakikate ulaşabileceğimizi bizlere öğreterek doğrudan Kur’ân’ın bu asra bakan hakikatleriyle bizi muhatap ediyor. Akıllarımıza İslâmiyet temelli bir düşünce sistemi tesis edip tam bir istikamet temin ediyor.

Stefan Zweig’ın “Bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar” sözü ise Risale-i Nur’un nasıl bu asrın hastalıklarına şifa olduğunu açıklamaya yardım ediyor. Çünkü Bediüzzaman, beyin çürümesi hastalığının ilk teşhis edildiği zamanla en yıkıcı olduğu günümüz dünyasının tam ortasında bulunup kendi nefsinin ona sorduğu sorulara Kur’ân’dan cevaplar veriyor. İbnüzzaman olarak yani âhirzaman çalkantılarının içinde bir vaziyette her nefse hitap eden bir Asr-ı Saadet çağrısında bulunuyor.

Velhâsıl, insanın aklî melekelerine bu denli zarar veren bulaşıcı bir hastalıktan kurtulma çaresi Risale-i Nur ile muhatap olmakta gözüküyor. Allah bu eserlerden nasibimizi ve istifademizi ziyade eylesin.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*