Belen Altuna “Aynaların hafızası yoktur” derken Roland Barthes:
“Tanık olacaksınız. Hem ayna hem de aynadaki yansıma olacaksınız” diyordu.
Bediüzzaman ise hem aynayı hem de yansımayı; üzerinde bir varlık emaneti olarak zihnin çarklarında işletiyor.
“S- Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilali ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?
C- Ben bu anda, seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil
{Müstensih kalem-i kudrettir} istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.
Şu (Said) yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Saidler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi. Nasılki şimdi o merhalelerde daima ben benim. Öyle de mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhaceret-i umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir, yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer.” (Sünuhat)
Ara Güler, foto muhabiri, benim işim bakmayı kaydetmektir, demiştir. O halde, görmek fotoğrafa bakanın işi oluyor, demektir. Böylece fotoğrafçı, devrinin görsel tarihini yazmış oluyor. Ancak, yazılanları görmek okuyucunun işi olacak bir tarih yazımı olmalı. Eskiden tarihçi, düşündüğü gibi yorumladığı şekliyle tarihi yazardı. Hâlbuki fotoğrafçının bıraktığı en gerçekçi tarih olacaktır, savaş alanlarındaki foto muhabirleri geleceğe gerçek tarihi bırakmaktadırlar. Fotoğrafın sanat olmasından çok belgesel olması daha önemlidir.
“Fotoğraf, hayatta çekilen bir gerçek parçasının yeteri kadar kompozisyon olmuş ve bir anlam taşıyan anıdır” diyor, Güler.
Ben, diyor, hayatın kendisini ve yaşananın etrafında olan dünyanın kurgusunu yapıyorum. Bunları topluyorum, bu topladıklarım arasında benim yaşadığım çevrenin 20. Asırdaki yeri belli oluyor. Fotoğraflarıma baktığında son 50 yılın İstanbul’unu ve Anadolu’sunu görüyorsunuz.
Orhan Pamuk, Ara Güler bir yerin fotoğrafını çektiği zaman hissettiği şey için, kimse adına kimse konuşmuyor, diyor. “Biz edebiyatçılar için en önemli soru şudur: diyelim Ara Güler birinin fotoğrafını örneğin bir bakır işçisi, ya da bir lokantada çalışanlar ya da bir at arabacısı ya da bir maden işçisi, bir tramvay watmanı, sokakta yürüyen bir adam; camiye giren insanlar… bütün bunları edebiyatta dile getirdiğiniz zaman en önemli sorun ‘ne adına konuşuyorsunuz’dur. İnsanları ne kadar temsil etme yetkisine sahip olduğunuz. Ama Ara Güler’ in fotoğraflarında bu sorunlar bir tarafa bırakılıyor ve insanlar orada kendileri adına duruyorlar. Kimse onlara, orada kimse, onlar adına konuşmuyor. Ara Güler’in en büyük başarısı bu yüzden yalnızca şehre bir çerçeve koyması. Şehre bir çerçeve içerisinden bakması ve orada susması.
“Erenlerin kalp gözü…”nde Hacı Osman Akfırat bakmaya, görmeye değer olanı görmeye salık veriyor. Stephen King’in “orta evren”i âlem-i misal olsa gerek; ama Batı bunu bilmez. O açık hep; ancak ruhu özgür olamamıştır… sıkıntı içindedir…Psikoloji içinde yaşar…
Leah Crane “Evrendeki en gizemli ve bulunması zor parçacıklardan ikisi olan nötrinolar ve karanlık madde, galaksilere nüfuz eden ve nötrinolara kütle kazandıran zayıf bir kuvvet tarafından birbirine bağlanmış olabilir” diyor. Yani, çoğu temel parçacık, kütlesini, tüm evrene bir melas havuzu gibi nüfuz eden, kendisiyle etkileşime giren tüm parçacıkları yavaşlatan ve onları ağırlaştıran Higgs alanından alır. Ancak nötrinolar bir sonraki en hafif parçacık olan elektrondan milyon kat daha hafiftir, bu nedenle… Evrende bileşenler söz öbekleri gibidir. Zihne düşen resim tıpkı mükemmel kelâmın ortaya çıkışı gibidir. Bediüzzaman madde ve mânâ arasındaki bağların kelamın alanına taşınmasına işaret eder:
“Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.
İşaret: Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsün ve cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et…” (Muhakemat)
“…Ve o zerrat (zerreler), bütün esîriyle ‘La İlahe İlla Hu’ cevheresiyle ilan-ı tevhid eder. Çünkü, esirin besateti, sükûnu, intizamla emr-i Halık’a sür’at-i imtisali böyle iktiza eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 211)
Ara Güler’in fotoğrafı üretirken yaşadıklarıyla hakikat-i hâli “imtizâç” eden misâl alanı “âlem-i misal” yaşadığımız iç içe âlemlerin birbirinin üzerine gölgeleri düşmesi gibi, biçim ve anlam kompozisyonlarını açıklıyor. Bediüzzaman’ın şu ifadeleri ile şimdilik durmak gerekiyor:
“Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.
Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak bir büyük kütüphane kadar, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla içlerinde yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları olan âlem-i misal ile levh-i mahfuzdur, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vecihle mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâl’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi. (Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı.)”

İlk yorumu siz yazın