Siz bizim dâvâmızı müdafaa edin

İslâm Yaşar, …Ve Cennetâsâ Bir Bahar adlı yeni romanında Bediüzzaman’ın 3. Said Dönemini kaleme aldı. Üstadın vefatına kadar olan dönemi ele alan çalışma Beşleme’nin 5. kitabı olacak.

“Nurcular Ankara’da beyanname dağıttı!”

Bir haksızlığı haykırmaktan ibaret olduğu halde, devlete ve millete karşı işlenmiş cürümmüş gibi gösterilen bu hareket üzerine koparılan yeni yaygaralar, uzun zamandır sinsice pusuda bekleyen Ankara Cumhuriyet Savcısını harekete geçirmeye yetti. Savcı beyannamede ismi geçen ve dağıtan Nur talebeleri hakkında gıyabî tutuklama kararı verdi.

“Her şeyle alâkadar olan insan için teselliyi, istinat ve istimdat noktalarını Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. En ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı o delmiş, geçmiş, hakikat nuruna girmiş.”

Said Nursî’nin bu sözleri teselli etti endişelenen talebelerini.  Kararı duyanlar doğruca savcılığa gitti. Duymayanları da polisler evlerinden, iş yerlerinden alıp götürdü. Kendisine hizmet eden talebeleri tevkif edileceği için yalnız kalan Bediüzzaman da Mustafa Gül’ü, Şaban’ı, Zekeriya’yı, Mahmud’u, Küçük Ali’yi yanına çağırdı. Talebeleri de Ankara’ya gidip teslim oldular.

Mahkemeye çıktıklarında hâkim; Zübeyir Gündüzalp, Ceylân Çalışkan, Bayram Yüksel, Cemaleddin Günel, Rüştü Çakın, Mustafa Sungur, Ahmed Ural, Tahirî Mutlu, Mehmed Emin Birinci ve Mustafa Türkmenoğlu hakkında tutuklama kararı vererek Ankara Merkez Cezaevine sevk etti.

Onların hemen hepsi bu gibi adaletsiz hükümlere, keyfî zulümlere alışkındı. Daha önce tek parti diktatörlüğü zamanında zindanları mekân edinmişlerdi. Onun için zindana atıldıklarına değil, memlekete hürriyet ve demokrasinin hükmettiği bir zamanda, böyle kanunsuz muamelelere maruz kaldıklarına üzüldüler.

İçlerinde en yaşlı kişi Rüştü Çakın’dı. İhtiyarlığının yanı sıra bazı müzmin hastalıkları da olduğundan hapishane şartlarına tahammül etmekte zorlanıyordu. Onu o halde gördükçe kendisine sormadan ve bildiride ismi bulunan ağabeylerine danışmadan, sırf görüntüde isimler eşitlensin diye ismini yazdığı için vicdanen rahatsız olan Türkmenoğlu mahcup bir tavırla yanına gitti. Yaptıklarını anlattıktan sonra özür dileyip gönlünü almak istedi.

“Geçmiş olsun ağabey.”

“Sağol kardeşim.”

“Eskiler ‘Bu da geçer Yâ Huuu’ derler.”

“Doğru derler.”

“Bu da geçer.”

“Geçer Türkmenoğlu, geçer elbette, ama deler de geçer.”

“Ben delmeden geçeceğine inanıyorum.”

“Bu inancının bir mesnedi var mı?”

“Bizi müdafaa etmek için pek çok avukat dâvâyı almak istemiş.”

“Bu dâvâ her avukatın harcı değil.”

“Tahsin Tola meseleye müdahil olmuş.”

“O avukat değil, doktor.”

“İstanbul’da tanıdığı meşhur bir avukat varmış.”

“Bu haber dinlemeye değer işte.”

Bediüzzaman’ın ‘has, erkân’ dediği talebelerinin tevkif edildiği haberini alınca çok üzülmüştü Tahsin Tola. Artık bu dâvâ zalim, mazlum mücadelesi olmaktan çıkmış, hakkın ve adaletin esareti halini almıştı. Şimdi adalet adına zulmediliyor, haksızlık hak zannediliyordu. Onun için bu dâvâda mahir avukatlara değil, hakkın ve adaletin bayraktarı olup, her şeyini bu uğurda feda edebilecek bir hukuk akıncısına, adalet kahramanına ihtiyaç vardı.

O günlerde; aldığı Ayasofya, Kıbrıs, Patrikhane gibi dâvâlarda yaptığı müdafaalar ve kazandığı başarılarla adından çok söz edilen genç bir avukat vardı. Hayatının her safhasını haksızlıklarla, adaletsizliklerle mücadele ederek geçiren; şana, şöhrete, mala, mülke pek ehemmiyet vermeyen ve adaletin bayraktarı olma istidadı gösteren bu kişi Avukat Bekir Berk’ti.

Doktor Tahsin Tola hemen aradı, İstanbul’da talebelik yıllarında Millî Türk Talebe Birliği başta olmak üzere pek çok milliyetçi, mukaddesatçı gençlik derneğinde birlikte çalıştıkları Avukat Bekir Berk’i. Aralarında abi-kardeş samimiyeti olduğu için söz fazla uzamadı. Hal-hatır faslından sonra sözü arayış maksadına getirdi.

“Bizim arkadaşları Ankara’da tevkif etmişler, onların dâvâsını alabilir misin?”

“Ağabey, sen bana ‘Bu dâvâyı alabilir misin?’ deme.”

“Ne diyeyim peki?”

“Tek kelime ile ‘Al’ diye emret.”

“Sen öyle dedim say.”

“Tamam, hemen Ankara’ya geliyorum.”

Kendisi gelmeden adı ve ümidi gelmişti Avukat Bekir Berk’in. Kendisi gelince hemen hapishaneye gitti. Bütün Ankara’nın ‘en kara’ zindan halini aldığı bir akşama doğru açıldı hapishane kapıları. O ihtiyar, karamsar, ümitsiz, üzgün, solgun çehrelerle karşılaşacağını zannederken; henüz hayatının baharında olan ve zindanda bile saray mutluluğu yaşayan on iki genç ve dinç delikanlı ile karşılaşınca şaşırdı.

Aslında maznunlar da aynı hâlet-i ruhiyeyi taşıyordu. Akranları sayılan genç bir avukatın, meslek hayatı hak, hukuk, adalet katliamları ile geçmiş emir kulu tavırlı, resmî ideoloji mahkûmu savcılara, hâkimlere karşı, kendileri adına hakkıyla hakkı, hukuku adaleti müdafaa edeceğinden endişeliydiler. Lâkin onu gördükleri anda zerre kadar şüpheleri kalmadı.

Çünkü Said Nursî ve Nurcular gibi fıtratı ile sıfatı birbirini tamamlayan, adının mânâsını haliyle etvârıyla yaşayan bir insandı Bekir Berk de. Hakkın ve adaletin kaynağı olan mukaddes değerlere, iftiharla adını taşıdığı ilk halifenin sıfatıyla bağlı olduğu her halinden belliydi.

Aynı zamanda şimşek ve yıldırım gibi bir mizaca sahipti Bekir Berk. Gittiği yerde iz bırakır, durduğu yeri aydınlatır, düştüğü yeri ise yakar, yıkardı. Hakkı ve adaleti gölgeleyen bütün hamakat duvarlarını yıkıp parçalamak azmi ile geldiği hapishanede yarasalar kaçışmış, etrafında ışık endamlı, nura müştak pervaneler uçuşmaya başlamıştı.

Müvekkilleri ile yalnız görüşmek isteyip gardiyanları odadan çıkardıktan sonra karşılaşmıştı onlarla. Haline, hareketlerine hâkim olan hayret ifadeleri biraz da o yüzdendi. Birkaç dakikalık selâm, kelâm, hal-hatır sohbetinin ardından sebeb-i ziyareti olan asıl meseleye geçiverdi.

“Sizin dâvânızı almaya geldim arkadaşlar.”

“Lutfettiniz Avukat Bey.”

“Bu dâvâyı almak benim için bir lütuf değil şeref vesilesidir.”

“Müteşekkiriz.”

“Hapishanede olduğunuz halde, halinizden pek şikâyetçi görünmüyorsunuz. Dâvânızı almadan önce size bir şey sormak istiyorum.”

“Buyurun.”

“Ben sizi hapishaneden bir an önce tahliye ettirmek için mi çalışayım, yoksa tahliyenizi nazara almayarak dâvânızı mı müdafaa edeyim?”

“Siz bizim dâvâmızı müdafaa edin.”

“Bunun için altı ay kadar zaman lâzım.”

“Siz bizim dâvâmızı müdafaa edin, biz altı ay değil altı yıl da bekleriz.”

Soruyu, maznunların sözcüsü sıfatı ile Zübeyir cevaplandırınca gayr-i ihtiyarî diğerlerine baktı. Onların da hallerinden bu cevaba bütün kalpleri ile katıldıkları belli idi. O soruyu hangisine sorsa aynı cevabı alacağından emindi. O zamana kadar pek çok dâvâ aldığı halde hiç böyle bir tavırla karşılaşmadığı için şaşırdı.

Hapishane şartlarında mahkûmların kahir ekseriyeti pejmürde kıyafetlerle dolaştığı halde Nurcu gençlerin tamamının takım elbise giymesi, bazılarının kravat takması dikkatini çekti. Onlara baktıkça tavırları olduğu kadar kıyafetlerinde de şaşılacak bir halin olmadığını anladı ve başka soru sormadı.

“Böyle bir dâvâya böyle insanlar, böyle insanlara da ancak böyle bir cevap yakışır. Ben Nurlara vuruldum.” dedi içinden.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*