Kalbimde bir fotoğraf paylaştım

Şehirlerde pencerelerdesin. Dalmış gözlerin uzaklardan uzaklara. Nice ince ezgilerdesin. Doğduğun evi düşünüyorsun belki. Ceddin Âdem’i (as) belki de, ilk baba evini. Hz. Havva’dan cennet hatıraları dinliyorsun. Dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî ömrünü anlamaya, hissetmeye çalışıyorsun. Ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet alma makamındasın; çoğu zaman unutuyorsun bunu; ruh burcundasın.

Dağlar taşlar konuşuyor, tesbihatlar… Zikirlerin içindeki fikirlere karışıyorsun. Hz. Davud (as), muhayyilene neler fısıldıyor şimdi? İpek yolundan Endülüs’e uçuyor, Açe Sumatra’ya, Tiflis sokaklarına kanatlanıyorsun.

Şehrin ıslak sokaklarında yürüyorsun inceden. Bu evlerin her birinde neler yaşandı, ne gurbetler, huzursuzluklar… Şimdi de ne hayalleri var şu evlerde yaşayan insanların? Ömür dediğin şey, hangi izler bırakarak gelip geçiyor? Ne zenginlik, ne evlilik hayalleri suya düştü şuracıkta, orada, ötelerde…

Gidiyorsun, çok uzaklara gidiyorsun. Gözü yaşlı Yakub’un (as) hıçkırıklarını, İbrahim’in (as) konuşmalarını işitiyorsun. Bu büyük âlem, evin oluyor. İki damla yaş, buruk bir bakış, sabır taşına dönen yüzler geçiyor trenlerden, genç kızların üzgün nazarlarından. Mazi ve müstakbel, şimdiki zamana dönüyor. Çağıldıyor, pek çok mesafeyi katediyorsun. Hz. Hamza ile Hz. Vahşi’yi görüyorsun aynı safta, dünya bitmiş oluyor. Güz oluyorsun. Kâinatla kardeşlerin gibi konuşuyorsun. Bir de bakarsınız yazsınız, bir bakarsınız kış. Uzaklıklar kalkıp gidiyor. Fırtına esiyor, savuruyor; sonsuzluğun çağıltısına ağıyorsun.

Nefis ile kalp arasında gidip geliyorsun. Yoluna firavunlar, firavunluklar çıkıyor. Şeddadları tanıyorsun. Nefsine aldanıyorsun bazen, söz dinletemiyorsun. Kapılıyorsun çünkü. Kâh uykudasın, hapishanedesin; kâh sultanlık makamındasın. Lise koridorlarında, kampüs mekânlarında Züleyhalara takılıyorsun.

Seslerini işitiyorsun felsefe tilmizlerinin. Sesler de kayboluyor bazen. Bazen kendinde kayboluyorsun. Pişmanlık ve tövbelerle nefes alıyorsun. Manevî ömrün son insanlara doğru akıp gidiyor. Kıyamet kimlerin başına kopacaksa, işte onlardan olmak istemiyorsun. Sen bir ömürsün, kâinat bir ömür.

Küçük istasyonlardan, uzak kasabalardan bir tren gibi akıyorsun. Bir kuş olup uçuyorsun. Yüreğin dur durak bilmiyor. Öfke ve bıkkınlık anların oluyor; alıp başını gitmek, çok uzaklara gitmek, telefonun olmadığı yerlere gitmek istiyorsun. Olmuyor, olmuyor işte, dönüp geliyorsun tekrar iste(n)mediğin mekâna. Dünyalara sığmıyor, bir şarkıya, bir beklentiye, bir yürüyüşe atıyorsun kendini.

Bir firak bir firakla buluşuyor. Bir beklenti, bir beklentiyle konuşuyor. “Dilleri var bizim dile benzemez” diye düşünüyorsun. Tüm ayrılıkların ebede doğru farkında olmadan.

Bazen harap ediyorsun kendini. Yaman konuşuyorsun içini çeke çeke… Üç günlük dünyana neler neler gelip yerleşiyor. Bağlanmalar bağlanmalarla görüşüyor. Başka insanları anlamak, başka başka şehirleri tanımak istiyorsun. Tecessüs ve saygısızlık için değil, fakat aklına düşüyor: Şu uzaktaki evin orta katında kimler oturuyor acaba? Ne yiyip ne içerler? Neler konuşurlar? Yarın için, önümüzdeki aylar, yıllar için hangi planları yaparlar? Hevesler kalıyor gidiyor.

Şuhur ve şuur, sarışın şehirler ve şiirler örtüşür gönlünde. Hayatın sonbaharı da çoktur. Bakıp susuyorsun, susarken de konuşuyorsun. Gâhi bir ölümle sarsılıyor, gâhi bir ahenkle coşuyorsun. Bazen atlı, bazen yayasın hayatın yollarında. Rüyalardan Züleyhalara, denizlerden denizlere, bir sır gibi asırlardan asırlara konup uçuyorsun. Sonsuzluk çağıltısına, eski âlemlerin hatırasına, ince hissiyatlara, bir gülün sadeliğine özeniyorsun. Can inciten, başa kakan, mazluma sille vuran, kırıp döken, izzeti zedeleyen ellerden uzaklaşmak; seni hiç üzmeyecek mekânlara, hiç solmayacak çiçeklere uzanmak istiyorsun.

Yüzünü yazına hikmetle çevirince tennureler, fısıltılar, semavat işitiyorsun. “Geldi geçti ömrüm benim” mısraını gençliğinin şahdamarında duyumsuyorsun.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*