Rabbim, hâlimi gören Sensin.
En gizli dileğimi ve niyazımı da işiten Sensin.
Beni gören Sensin. Sensin Allah’ım, sadece Sensin.
Görünen eşya, masiva, ne varsa, hepsi isterse gizlesin, perdelesin.
O perdelerin arkasında görünen, Senin ismin, o güzel isimlerin.
Sensin, Bir’sin, varsın, “Kadir külli şey”sin.
Ne diyor birtakım insanlar, insancıklar, neler söylüyorlar yüzyıllar boyu?
Bir kerecik olsun kitabına, o kitaptaki hitabına bakmadan, anlamadan, duymadan ne konuşuyor bunlar?
Allah’ım, Senin yücelttiğin yerden düşünce insan, ne duracak ve ne de tutunacak bir yer bulamaz, kendine hiçbir zaman…
Ah, sen yok musun insanoğlu, ah sen!…
Allah seni yaratmışken “ahsen” üzere
Ah, sen yok musun insanoğlu, ah sen!…
Bir kusur yok ki yaratılışında…
Yaratan diyebilirdi sana sadece, O diyebilirdi “ahsen”.
Şimdi O’nun verdiği dil, O’nun verdiği akıl ve bir parçacık ilim ile O’ndan uzaklarda seyrediyorsun.
Kaçaksın, kaçak…
Bakalım bu arayış, bu kaçış ne zaman son bulacak?..
Köşeyi döndüm sanma. Köşeyi yalnız değil, ölümle beraber döneceksin. Çünkü ölüm hayata dâhildir. Köşede seni hep bekleyen bir kaderin olacak.
Yâr olmayacak Ondan başka hiç kimse sana, asla yâr olmayacak.
Ne çare ki sana yazık olacak, çok yazık…
Evet, gerçekte bir davası olmalıydı insanın. O davası için verdiği bir kavgası ve bir mücadelesi olmalıydı.
Ama o Yaratanıyla değil, şeytanıyla, nefsiyle olmalıydı.
Bakın şu işe…
Yaratanıyla, Yaratanın gönderdiği kitapla, o kitabın öğreticisi Peygamberle (asm) davalı hâle gelmişse bu insan, kayıplardadır.
Çok yazık, ama çok yazık…
Kendine zarar ve ziyan vermektedir insan.
Cehennem dediğin, dalı odunu yoktur;
Herkes ateşini kendi götürür.
— Pir Sultan Abdal
Dediği gibi şairin, bakın şu işe…
Durup dururken ne gaileler açmışız başımıza…
Geç olmadan, hayat bitmeden, sona ermeden bir güzel günün gecesinde, ya da bir güzel gecenin sabahında uyanışın duasını yapmalı, gönlünü yaratanına açmalı. Damla damla gözyaşı olmalı, buhar olup uçmalı.
Göstermeli, yaratanın bahsettiği o en güzel hâlini arz etmeli.
Ahsen olduğunu göstermeli insan, ahsen…
Ah, sen yok musun insanoğlu, ah, sen?…
Allah (cc) yaratmışken seni ahsen, nerelerdesin sen, ah, sen!…
Bir küçük hareketinle, elindeki bir kibritle dünyayı ateşe verebilirsin sen.
Bir düğmeye dokunmakla milyonların canına kıyabilirsin sen…
Yaratan seni yaratmışken ahsen, nesin şimdi sen, nesin sen?
Ey insanoğlu! Nesin sen?
Ahsen değilsen, nesin sen?
İnsan kuzu, insan çıyan, insan canavar
Bilmez ki bir nefeslik canı var.
— Arif Nihat Asya
Bilmez ki nice zaafı ve zayıf yanı var…
Kimilerinin unuttuğu Allah’ı anmak varken, ah, sen yok musun insanoğlu, ah sen!…
Yaratmışken seni Allah ahsen üzere, ah, sen…
Görevinin başında niye değilsin sen?
Nerdesin sen, ey insanoğlu?!
Karar ver, gecikme artık.
Bir damlasın sen, kaybolup gidecek,
Ummanlara gark olup ya da uğultulara karışıp…
Gönlünü avuttun, içindeki güzelliği unuttun.
İçinin kavgası, dışına vurdu.
Ne ettiysen sen ettin,
Yeryüzünü fesada verdin.
Fitneyi körükledin, yıktın gönlünü, viran ettin.
Kendini de, çevreni de tükettin…
Sadece soyunu değil, her şeyi mahvettin.
Emirdar neferi oldun şeytanın.
Onun gösterdiği sahte aynalar önünde yalancı bir devsin.
Kime karşı böbürleniyorsun, kibirlenip şişiyorsun?
Sana haddini bildirmeye yeter ey sahte balon, bir iğnecik yeter.
Senin gibi sahtelerin, kibirli balonların gururu, iğnelerle karşılaşıncaya kadardır.
Yazık… Sana verilen sermayeyi erittin, gittin.
Bitirdin ömrü, bitti, gitti…
Hem kendini, hem soyunu tükettin, katlettin…
Yazık değil mi ey insanoğlu!
Allah’ın yarattığı ahsen üzere olan ey yüce varlık!
Nerelerdesin sen?!
Bırak şu şeytanın işini, nefsinin inadını.
Yık şu gururu, yak şu kibrini.
Yüzüne tuttuğu sahte aynaları bırak. Kır da geç…
Alkışlardan, şöhretten, kibirden, gösterişten, bu lüzumsuz ve ağır yüklerden sıyrıl, sahteliğin kenarından geç, kıvrıl da, yaratanın gösterdiği yola sap.
Sadeliğin iklimine gir.
Bak, orada güneşi bulacaksın.
O güneşin altında aydınlananları bulacaksın.
Seni de bir fırsat, bir imkân bekliyor.
Yalvar Rabbine, dön geç kalmadan.
Affetmez mi sanıyorsun seni de Yaratan?
Ey sen! Affedilmeyi isteyen…
Sen, ahsen olarak yaratılan sen…
Tövbe sularında arın, yıkan.
Bir kez olsun bunu da bir dene.
Ah, sen! Pişmanlığın tohumunu içinde taşıyan sen…
Ah, sen yok musun, sen?
Başını uzat şöyle bir rahmetin kapısından içeriye, bir bak, gör, neler değişecek hayatında.
Hele bir gir de gör.
Neleri denemedin ki? Bir kez olsun bunu da dene! Ondan dile, Ondan iste…
Odur ki muhtaç olduğun her şeyi sana veren…
Odur ki seni yaratıp, seni bilen…
Arıyorsan bulacaksın. O yolda isen, inşallah varacaksın…
Ahsen üzere yaratılan sen…
Bir kez olsun aşk ile sen;
Gönülden bir “Allah” desen…
Bir kez Allah dese, aşk ile lisan;
Dökülür cümle günah mislu hazan
— Süleyman Çelebi
Madden itibarıyla bir hiçsin, mânân ve mahiyetin itibarıyla her şeysin sen…
Hurda bir eşya değilsin sen.
Allah’ın bir antika eserisin sen…
Yaratılmış ne varsa, hepsinden değerlisin sen.
Sen yoksan, her şey tatsız tutsuz; sen yoksan her şey ruhsuz…
Seni sen yapan o güzel imanınla gel, o en değerli yanınla koş Rabbine.
Nasıl bir antika eserisin Onun, bir gör hele…
Kıymet bilmez ellerde tükenip gitmişsin…
Kıymetini bilenin, sana en yüce değeri Verenin dergâhına gel, kapısını çal…
Maddesi itibarıyla beş para etmeyen sen…
Ah, sen yok musun sen?
Mânân ve mahiyetin itibariyle bir kâinatsın sen…
Öyle bir âlemsin ki sen, âlemde ne varsa sende var; sende olan ise âlemde yok… Onun için o büyük âlemden daha büyük, daha değerlisin sen…
Ruh yok, hafıza yok, akıl yok, kalp yok, sendeki gibi his yok, duygu yok, şuur yok dışındaki âlemde. Ama sende var.
Ah bir bilsen… Nasıl yüce bir değerde yaratıldığını bir bilsen sen…
O zaman ahsen üzere yaratıldığını anlayacaksın sen.
Ah, sen yok musun insanoğlu? Kayıplardasın yine sen…
Merak etme, yalnız değilsin. Senin gibi nice firarda olanlar var.
Ama her birini bilen, gören var. Şükür ki, onları sürekli dergâhına davet eden var. Şükür ki, Allah var…
O var diye varsın sen. Yoksa bir hiçsin sen…
Kalbini yaratan Allah, kalbinden geçenleri bilmez mi?
Kıyı köşe kaçak güreşen, Allah’tan uzak bir iklimde kendine yer arayan, günahlarının ağırlığı altında ezilen sen, bu oyunu bozacak, bu düğümü çözecek o güzel kelime, yine dilinde, yine elinde senin…
“Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…”
Bitmişlerin, tükenmişlerin yardımcısıdır Allah
“Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…”
Herkes sana arkasını dönse de, bütün kapılar yüzüne kapansa da, bil ki, açıktır, hep açıktır Onun kapısı… O, kul kapısı değil, Onun kapısı…
Bir kalbi kırığın duası ulaşır. O dualara cevap, geç olmadan yetişir.
Kalbi yaratan Allah, kalbinden geçenleri bilir, söylediklerini işitir. Dualarına cevap, geç kalmaz, yetişir…
Bırak herkesten her şey istemeyi. Ne isteğin varsa, ne dileğin varsa Ondan iste, Ondan dile…
Odur ki seni bilen; Odur ki seni yaratan ve yaşatan.
“O seni senden daha ziyade düşünür.” (Mesnevi-i Nuriye, 102)
Ah, sen yok musun sen?
Nazdarlık da yakışıyor sana ya; nazdan, niyaz makamına geç artık…
Sil gözünün yaşını,
Tat imanın aşını.
Al başına aklını
Tat imanın aşını.
Kalbine bir ayar çek…
Kalbin yerindeyse, her şey yerinde
Kalbinle muhatapsın sen Rabbine…
Kalbin kulak versin Onun “Kulum” diyen davetine
Kalbine bir ayar çek hele.
Ah, sen yok musun sen?
Kalbinle insansın, mü’minsin sen…
Kalbindeki imanla tüm kâinattan değerlisin sen…
***
Hâlimi bilen Sensin.
Sesimi işiten Sensin.
Her şeyimi gören Sensin.
Yarattığın ahsen üzere, ömrümü o güzellik üzere yeni baştan yaşamaya, kırdığım döktüğüm eşyanın hesabını vermeye geldim.
Affını bekliyorum, özür dilemeye geldim.
İşte ahsen-i takvim üzere, yaratılışının sırrı üzere Rahman’dan bir nida…
“Ey insanoğlu! Ahsen üzere yaratıldın sen, ahsen…
“Son anda da olsa, o sırra yine ulaştın sen…
“Şeytan azapta gerek.
“Onun işini kendine mâl etme sen.”
Ey haramiler, Rabbimle aramıza girmeyin, yeter.
Bu oyunun farkına vardım ya, bu ders bana yeter…
Rabbim “Kulum!” dedi ya, bu şeref bana yeter…
“Ey benim kendi kendini harcayan kullarım!
Sakın ola ki benim rahmetimden asla ümidinizi kesmeyin!” hitabına kulak verdim.
Kitabına sarıldım.
Şaşkındım. Gafletten ayıldım, uyandım.
Ahsen üzere olduğumu gösterdim.
Tüm kâinatın dilenciliğinden kurtuldum.
Senin kapında, sadece Sana kul oldum…
***
Hz. Peygamber Efendimizin (asm), kendini sevenlere, ümmetinden olma heyecanını duyanlara duaları:
Abdullah b. Amr’dan (ra):
Resulullah (asm) Hz. İbrahim’in (as) ‘Yâ Rabbi, onlar insanların birçoğunu saptırdı.’ (İbrahim Suresi, 36) sözünü ve Hz. İsa’nın (as) da ‘Onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz ki Sen kudreti herşeye üstün olan sonsuz hikmet sahibisin.’ (Maide Suresi, 118) sözünü okudu. Sonra ellerini kaldırarak: ‘Allah’ım, ümmetimi koru. Allah’ım, ümmetimi koru. Allah’ım, ümmetimi koru.’ diye dua etti ve ağladı. Bunun üzerine Allah (cc): ‘Ya Cebrail! Muhammed’e git. Niye ağladığını sor.’ dedi. Cebrail (as) hemen Resullullah’a (asm) gidip niçin ağladığını sordu. Resullullah (asm) sebebini söyleyince, Allah (cc) Cebrail’e ‘Muhammed’e git. Ümmetin konusunda seni razı edeceğiz. Seni bu konuda üzmeyeceğiz de’ buyurdu. (İbn-i Vehb; Tefsir-ü İbn-i Kesir, 2/540)
***
Hz. Enes’den (ra):
Resulullah (asm) ümmetine dua ederek şöyle dedi: ‘Allah’ım, ümmetimin kalbine sana itaati yerleştir. Onları rahmetinle kuşat.’ (Taberanî, Mecme’uz-Zevâid, 10/69)
***
Hz. Aişe’den (ra):
Resulullah’ı (asm) neşeli görmüştüm: ‘Ya Resulullah, bana dua et.’ dedim. ‘Allah’ım, Aişe’nin gizli, aşikâr, yaptığı ve yapacağı bütün günahlarını affet’ dedi. Bunun üzerine sevinçten başım önüme düşünceye kadar güldüm. Resulullah (asm): ‘Duam seni sevindirdi mi?’ dedi. Ben: ‘Duan beni niçin sevindirmesin?’ dedim. Resulullah (asm): ‘Vallahi o benim ümmetim için her namazda yaptığım duamdır’ diye mukabele etti. (Bezzar; Mecme’uz-Zevâid, 9/244)
İlk yorumu siz yazın