Fıtrat

Fıtrat nedir?

Fıtrat kader ile bağlantılı bir hakikattir. Her bir varlığın, ona çizilmiş bir yolu vardır. O yol üzerinde varlığını devam ettiriyor. Kâinatın ilk oluşum aşamasında, bütün varlıkların hesabı, kitabı, gidişatı Cenâb-ı Hakk’ın nezdinde belliydi. Cenâb-ı Hak kendi ilminde olan hakikati, idrak sahiplerinin nazarına uygun bir tarzda gelişim süreçleriyle ortaya koyuyor. İlk patlama esnasında, bizim bugün yaşadıklarımızın planı varlığın alt yapısında, içinde vardı. Zamanı gelince açığa çıkıp bize görünür, hale geldi. Aynen toprağa atılan bir elma tohumunda, o elmanın belli bir süre sonra meydana çıkacağının kaydının olması gibi. Bizim dünyamızda her şey belli bir tarz üzere yaratılıp o şekilde devam ettiği için, fıtrat dediğimiz olay, kanunlar ve kurallar şeklinde yansıyor. Biz bunu eşyayla, varlıkla olan bağlantılarımızdan, diyaloglarımızdan öğreniyoruz. Belki de Hz. Âdem’e öğretilen isimlerin içerisinde de fıtrat kanunları ön plandaydı. Biz elmanın yenilebilecek bir şey olduğunu muhtemelen veraset yoluyla öğrendik. Ateşin yakıcı bir şey olduğu tecrübelerle bilindi, oradan fıtrat kanununa ulaşmış olduk. Bunun gibi hayatımızdaki tecrübelerle, varlığın bizzat kendi diliyle ve de bize aktaran kanallarla öğrendiğimiz hakikatler bize eşyadaki işleyişi gösteriyor. Bu da eşyayı, varlığı tanımlamamıza vesile oluyor. Bir varlığa baktığımızda, şekli bize kaz olduğunu düşündürüyorsa, bu kazdır diyoruz. Bir de kazın bizim dünyamızda yer alan özellikleri vardır. Mesela kaz şu kadar metreden fazla uçamaz diyebiliyoruz. Ama kıtalararası uçuyorsa bu varlık, kaz görünümlü başka bir varlıktır deriz o zaman. Bu ayrımı yapmamıza sebep olan bazı kanunlar vardır. Eşyanın hali ve eşya karşısında bizim davranışlarımız, kâinattaki bu kanunlar ile şekilleniyor. İşin arka planına baktığımızda, kader programının bizim tarafımızdan algılanma şeklidir fıtrat.

Fıtrat ve hilkat arasındaki ilişki

Fıtrat, daha çok süreci ifade eden bir şey; kader programının süreçteki yansımalarını ifade ediyor. Hilkat ise anı ifade ediyor. Anlık olarak vücuda gelen şey hilkat oluyor. Fıtrat, hilkatin zaman, mekân ve süreçteki bağlantılarıyla birlikte şekillenen şeydir. Fıtrat dediğimiz zaman; bir insana baktığımızda, onun mizacı, fizikî özellikleri, duygu durumu, bunların hepsi işin içine giriyor.

İç sesleri ayırt edebilmek

Cenab-ı Hak kendi özelliklerinden pek çoğunu insana da vermiş. Kendi ruhundan üfleme mânâsıyla da ifade ettiği bir insan hakikati söz konusu. İnsanın, Cenâb-ı Hakk’ın isimleriyle fıtratı donatıldığı için,  kendi fıtratı onu ne şekilde yönlendiriyor diye baktığımızda; vicdanından gelen seslerle hareket ediyor oluşu, fıtratının hareket alanını belirliyor. Her varlığın, karşısına onun fıtratını bozacak bir şey çıkmadığı müddetçe, kemâle doğru giden bir süreci vardır. Kemâle ulaşma yolculuğunda irade boyutu da söz konusu olduğu için, Cenab-ı Hak imtihan gereği fıtratın önüne engeller koyuyor. Çeldiren, saptırabilen şeyler önümüze çıkıyor, aslında bunlar fıtratı muhafaza etme imtihanımızın soruları oluyor. İç sesleri de birbirinden doğru ayırt edebilmek lâzım. Nefsin de, şeytanın da vicdanın da, kalbin de iç sesi vardır. Bu sesleri kişinin kendi başına ayırt edebilmesi çok zordur. Bu nedenle insanın, vahyin sesine, İlâhî kelâma kulak vermeden, nübüvvete sarılmadan bu sesleri doğru ayırt etmesi çok zordur.

Bizden beklenen fıtrata uygun hareket etmektir. Böyle bir potansiyelimiz var. Ama kişi iç seslerini kendi başına dinleyerek kendi fıtratının yolunu belirleyebilir mi? İşte iradî imtihan burada başlıyor. Zaten insanlar kendi başlarına bu sesleri çok net ayırt edebilselerdi, büyük ihtimalle bu derece sapkınlıklar olmazdı.

İslâm fıtratı üzerine yaratılmak ve İslâm’ın, beşerin din-i fıtrîsi oluşu

Doğan herkes Rabbini bulmaya, O’nu tanımaya, bu tanıma yolculuğunda da Hz. Muhammed’e (asm) ve diğer tüm peygamberlere ulaşmaya uygun bir programla donatılmış olarak dünyaya geliyor. Neden bulmuyor dersek; çeldirici şeyler var. Özellikle de buluğ çağı dediğimiz, imtihanlarla muhatap olmaya başlandığı yaştan itibaren bu çeldiriciler daha da artıyor. Şehvet, ihtiraslar, tarafgirlikler, makam sevgisi, güç sahibi olmak, hükmetmek, yön verme arzusu… Bu gibi şeylerin etkileri artıyor zamanla ve çeldiriyor insanı. Bu da vahyin sesini duymaktan uzaklaştırıyor.

Fıtrat en küçükten en büyüğe doğru yaygınlaşan bir hakikattir. Bir atomun da fıtratı var. Kâinatın da fıtratı var. Bu arada da sineğin, böceğin, insanın, milletlerin, tarihin de fıtratı var. İnsan kendi fıtratını bozacak şeyler yaptığında diğer varlıkları da etkileyebiliyor. Ama fıtrat bozulması insan ile ilgili bir durumdur. Bir atom için fıtrat bozulmasından bahsetmeyiz, bir hayvan için de öyle.

Cenab-ı Hak hem vahyin diliyle, hem de varlığın diliyle bizlere fıtratı anlatıyor. Varlığın dilinde İlâhî mesajı algılayabilmek için, fıtratı anlayabilmek, keşfedebilmek lâzım. Doğru alımlamalar için de fıtratın bozulmamış olması gerekir. Ancak bozulmamış bir fıtrat, kaderi iç dünyasında doğru olarak tanımlayabilir.

Fıtrattan hakikat çıkar. Fıtrat, hakikatlere bir masdardır.

İnsanın programlı olduğu yön doğruya gidiştir. Fıtratın sesini dinleyebildiğimizde yanlış yolda gitmek imkânsızlaşır. Ama başka seslere kulak verdiğimizde programımız şaşıyor. Dünyada niçin yaşadığımız, vazifemizin ne olduğu, nereye doğru gittiğimiz karmaşıklaşıyor. Mesele fıtratın sesini dinleyebilmektedir. Çünkü fıtrat yalan söylemez.

Fatır ismi

Her şeyin belli bir kader programı ile yaratılmış olması söz konusu. Varlığın da bir gidiş yönü, bir hareket tarzı var. Buna hulûk diye tabir edilen varlığın mizacı diyoruz. Bu mizac, bu tarz, bunu yaratan bir Zâtın varlığına işaret ediyor. Bu da Fatır ismini gösteriyor. Yürümedeki, konuşmadaki, yazıdaki, duruştaki tarzlar fıtrat yansımasıdır. İnsanlar adedince fıtratlar söz konusu. Her fıtratın özünde de kemale ulaşabilme özelliği var. Tüm bunlar fıtratları düzenleyen bir Fatır’ı gösteriyor.

İnsanın fıtraten hem mükemmel, mükerrem, hem de hadsiz aciz oluşu

İnsanda izzet var, mükerrem yaratılmış. Zalimlere karşı dik durma özelliği var. Bilmeye, hükmetmeye, sahip olmaya v.b. şeylere eğilim söz konusu. Fıtratta yer alan ve insanı bir yere doğru götüren nüveciklerdir bunlar. Cenâb-ı Hakk kendisindeki bazı özellikleri insana da vermiş.

Kerem sahibi bir varlık; insan da mükerrem, Rahmet sahibi bir yaratıcı; insanda müthiş bir sevme potansiyeli var, İlim sahibi bir zat; insanda öğrenmeye karşı acayip bir istek var, Kudret sahibi bir yaratıcı; insan da gücü elde etmeye çalışıyor. Bu ve bunun gibi insana verilen tüm özellikler Rabbini tanıması, fıtratına uygun doğruluğu yaşaması içindir. İşte insan bu özelliklerin kendisine niçin verildiğini, nasıl kullanılması gerektiğini unuttuğunda, fıtrat yolundan sapıyor. Ama verilen bu özelliklerle Rabbini tanıdığında, nasıl kullanması gerektiğini anladığında, yani fıtrata uygun hareket ettiğinde, bu özelliklerin hiçbirinin kendisine ait olmadığını fark eder ve acz devreye girer. Bu acziyet insana fayda sağlayan bir durum. Aksi takdirde kişi, “Ben acizim, hiçbir şeyi yapamam, ben neden anlarım ki, ben de ilim de, kudret de, akıl da, irade de yok” dese, bütün bu geniş anlamları idrak edebilecek bir yol onun önüne açılmayacak. Bu noktadaki acziyetin hiçbir faydası yok. 

Risale-i Nur’un fıtrata uygun oluşu

Herkesin vicdanında Rabbini tanımaya yönelik bir gidiş var; ortaya koyduğumuz bir davranış, gittiğimiz bir yol, içinde bulunduğumuz bir hâl bizi vicdanen rahatsız etmiyorsa, huzursuzluk hissetmiyorsak yanlışa gidebilme ihtimali yok. Tabi bu enfüsi bir durumdur, insanı yanıltabilir. Adam her türlü kötü yolu irtikab ediyor, her türlü rezillik var, ama hayatından memnun, mutlu gözüküyor. Bu hal ile iç alem birbirinden çok farklı. Vicdanının sesi örtülmüş, artık duyulmaz hale gelmiş ve surî bir mutluluk yaşıyordur kişi, bu tam bir gaflet hali. Rahatsızlık hissi kişinin sigortası gibi. Uğraştığınız bir şey sizi huzursuz ediyorsa, canınızı sıkıyorsa, kendinizi rahat hissetmiyorsanız, düzeltmeniz gereken, fıtrata ters bir durum vardır ortada. Bu test üzerinden, kendi iç dünyamızda bir sorgulamaya gittiğimizde; Risale-i Nur ile, bunun müfessiri ile beraberliğimiz bizde bir rahatsızlığa yol açıyor mu veya tam tersi Allah’ı tanıma seyahatimizde, arayışlarımızda bize doğru yolu gösteriyor mu? Her vicdan kendisinde buna bir cevap bulabilir. Genel olarak Risale-i Nur fıtrata uygundur, ama kişinin fıtratı Risale-i Nur’a uygun olmayabilir. Mesela aile kurmak fıtrî bir şeydir, ama iki kişinin fıtratının uyuşması aileyi oluşturabilir.

Bozulmuş fıtratların tamiri

Bunun bir eşik düzeyi var. Depremden etkilenmiş bir bina düşünelim, çatlaklar  varsa ve onarılabilecek düzeydeyse, tamiri yapılıp o binada oturmaya devam edilebilir. Bina temelden çökmüşse, yapacak bir şey yok. Kişi bazı sapmalar yaşayabilir, fıtratına ters haller içerisine girebilir, ama bunu fark edip hemen toparlanmaya çalışırsa telafisi mümkündür. İstikamet yoluna dönebilir. İnsan irade ile sırat-ı müstakime gider. Gene fıtratın sesini dinlemek meselesi bu… Fıtratın sesi de iki şekilde oluyor; doğru yönlendiriciler ve men ediciler. Bu men ediciler kişiyi rahatsız eder, bu rahatsızlıkların üstüne gitmek lâzım. Üstü kapatılmamalıdır, bazen savunma mekanizmaları o sesleri duymamayı, örtmeyi telkin eder insana. Bu doğru bir süreç değil, nefsi ve şeytanı savunmaya doğru gider. Bu gidiş cisimleşmiş bir şeytan yapar kişiyi, yani fıtrat tamamen bozulmuş olur ve kişi geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olur.

Bazı kötü özelliklerimiz için “fıtratımda bu var” savunması

Fıtrat sadece iç mekanizmalar ile işlemiyor. Dış mekanizmalardan da etkileniyor. Meselâ soğuk havada üşümemiz, iç sesimizle ilgili bir şey değildir. Dıştan gelen soğuğu bedenimizin hissedişidir. Oksijensiz bir ortamda yaşayamadığımızı, fıtratımızın buna uygun olmadığını nefes darlığı ile anlayabiliyoruz. Kışın kalın giyinip, yazın ince giyiniyoruz. Bu fizikî, coğrafî etkilere maruz kalan fıtratımızın gereğidir. Bir de sosyal etkiler, mekanizmalar var. Bir tavrımızın karşı tarafta rahatsızlık uyandırıyor olması bir mesaj içerir. Kişi her zaman iç sesleri doğru ayırt edemez demiştik. Yani “Benim fıtratım böyle, ben asabiyim” gibi sözler o sesleri doğru ayırt edememektendir. Kişinin enerji düzeyi yüksek olabilir, daha çabuk öfkelenebiliyor olabilir, ama öfke bir fıtrat özelliği olarak kabul edilemez. İnsan nefsinin avukatlığını fıtrat adı altında yapıyor “fıtratım böyle” diyerek. Bu nasıl ayırt edilebilir? Karşı taraftan sizin davranışlarınızla ilgili bir rahatsızlık mesajı geliyorsa, yanlış yapılan bir şey var demektir. Bozulmamış veya olumsuzluklardan etkilenmemiş bir fıtratın insanları rahatsız etmesi mümkün değildir.

Son olarak

Varlığı, kâinatı, kâinat içerisindeki her şeyi, herkesin bir tarafa koşuşturduğu yoğun bir trafik içerisinde, kendi yolumuzu bulmak arayışına benzetebiliriz fıtratı. Herkes, her şey farklı farklı da olsa bir yöne doğru gidiyor. Giden nesne için, şahıs için o yön doğru ise, o, onun fıtrî gidiş rotasıdır. Farklı yönlere doğru da olsa herkes kendi fıtratına uygun bir şekilde bir gidişat içerisinde, bunda bir ahenk var ama… Bu ahengi yaratılış kanunları, ahlakî ve dinî değerler oluşturuyor. Bu değerler, karmakarışık olan bu trafik içerisinde yolumuzu doğru tayin etmek için bizlere fener vazifesi görüyor. Bizler bu fenerleri doğru kullanabilirsek,  iç seslerimizi doğru dinleyebilirsek ve dış unsurlardan gelen sesleri, etkileri doğru çözümleyebilirsek, fıtrat doğrultusunda hareket etmiş oluruz. İnsan hiçbir zaman fıtrat üzere hareket ettiğinden tam emin olamaz; ama hissettiği iç huzur, rahatlık, samimiyetle dıştan gelen olumlu seslere açık olabilmek, benlik-kıskançlık-ihtiras gibi hisleri mümkün mertebe susturabiliyor olmak, fıtrat üzere hareket ediyor olma ihtimalini arttıran şeylerdir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*