Birlikte yaşamanın sırları

Sosyal bir varlık olan insan, özellikle modern çağla birlikte, diğer insanlarla daha çok etkileşimde bulunarak hayatını sürdürüyor. Birlikte sürdürülen hayatlar ise, farklılıkların bir arada olmasını ve kabul görmesini gerektiriyor.

En küçük topluluk olan “aile” dahi, birbirinden ayrı özelliklere sahip bireylerden oluşuyor. İnsanları birbirine en çok yaklaştıran faktör, aralarındaki benzerlikler olmasına rağmen, “gayrın bir olmasının” en güzel örneğidir aile. Bu küçük topluluk da erkek, kadın ve çocuk dediğimiz üç farklı bireyden meydana gelir. Üç, bir olduğunda “dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh” (10. Söz) haline dönüşür.
Kadın, şefkat duygusuyla annelik rolünü üstlenir ve çocuklarının güvenle hayatın içine dâhil olmalarını sağlar. Erkek, fedakârane çalışarak ailesini huzurla bir arada tutar. Eşler arasında hürmet, merhamet ve muhabbet temelli bir münasebet bulunur. Kısacası aile bireyleri arasındaki bağlar şefkat, fedakârlık, hürmet, merhamet gibi olumlu duygulardan oluşur. Peki, bu duyguların zıtlarını düşündüğümüzde ortaya neler çıkar?

Anne şefkat duygusundan yoksun olsa, çocuğunun varlığına tahammül edemez. Baba, ailesini sahiplenmezse, bencilce kendi hayatını sürdürür. Böyle bir ailenin, çocuklarının hiçbir maddî ihtiyaçlarını karşılamaya istekleri olmayacağı gibi, çocuklarının sevgi ve güven hislerini de tatmin edemezler. Böyle bir ortamda çocuklar da “ait olma” duygularının sevkiyle yanlış ortamlara ya da olgulara (madde bağımlılığı v.b.) yöneleceklerdir. Ya anne-babalarına asi olacaklar ya da içe kapanıp kendilerini hayattan soyutlayacaklardır. Olumlu bağları zayıflayan ya da kopan aile ise, bir arada kalamayarak kısa zamanda dağılacaktır.

“Hiç kimse, hayatın bütün gereklerini tek başına karşılayamayacağı gibi, kişinin yalnız başına yaşaması da imkânsızdır. Birlikte yaşanan bir hayat, onu yaşayanlara karşılıklı haklar ve sorumluluklar verir.” (Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk-Erol Güngör) Aile örneğinden yola çıkarak toplumun da farklılıklara rağmen nasıl birlik ve huzur içinde yaşayabileceğini kurgulayabiliriz. Farklı görüşlere, farklı yaşayış biçimlerine, farklı inanışlara sahip insanlar, birbirleriyle ortak değerlerde, olumlu duygularda birleşebilirlerse mutlu, huzurlu bir toplum mümkün olur.

İnsana, temelde insan olduğu için saygı duyan bir bakış açısı, karşısındakini hiçbir zaman ötekileştirmez. Bu pencereden bakan kişi, ortak özellikleri hatırından çıkarmaz. İnsandır, seviyordur. İnsandır, öfkeleniyordur. İnsandır, heyecanlanıyordur. İnsandır, düşünüyordur. Her ikisini de Yaradan’ın bir olduğu inancıyla “İnsan bir sanat eseridir” der, ruhunu teskin eder. “Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü” düsturu tertemiz bir filtredir.

Bu filtreyle kâinata bakan insan, gücünün yetemediği göktaşlarından korkmaz; ağacına, denizine, böceğine zarar vermez. En önemlisi de kendisi gibi hayat yolcusu olan hemcinsi insanla muamelelerinde “müsbet hareketi” esas tutar.

Gruplar arasında ya da insanlar arasında herhangi bir fikir, çıkar, inanç çatışması durumunda, müsbet hareket edenlerin ruhen daha huzurlu olduklarını ve çevrelerine de bu huzurdan pay verdiklerini görürüz. Müsbet hareket, içerisinde kavl-i leyyini ve sağlıklı iletişimi barındırır. Sağlıklı iletişim ise, karşı tarafı yeterince dinleyip doğru anlamakla başlar. Müsbet hareket eden kişi çatışmacı değil uzlaşmacıdır. Aynı görüşte, aynı inanışta olmasa da karşısındakini farklı kutuplara hapsetmez, ötekileştirmez.

Üstün Dökmen bir kitabında uzlaşmak için gerekenleri şöyle sıralar: “Var olmak, gelişmek, kendini tanımak, empati kurmak, müzakere etmek.” Bu adımları da gerçekleştirdiğimizde uzağımızdakiler de yakın olur; onlara ulaşmak kolaylaşır. Kişi anlatmak istediğini yaşamış olur. Müsbet bir hayat tarzının sıcaklığı karşımızdakini sarar ve duygularını ısıtır. Bir de bakmışız ki fikirleri bile bizimle hemhal olmuş.

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*