Ezan-ı Muhammedî ve Adnan Menderes

“Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, “Şeâirin faidesi yalnız malûm mesâlihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir.

Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubûdiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”  1

“Şeair” lügattaki mânâsıyla “âdetler” demektir. İslâm işaretleri, İslâmlara ait kaideler hep şeairdendir. Meselâ; Allah’ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara “Şeair-i İslâmiye” denir. Evet, Ezan-ı Muhammedî de Şeâir-i İslâmiyedendir.

Ezan, ashabdan Adullah b. Zeyd’e, Hz. Ömer’e ve daha pek çok sahabeye (ra) Allah (c.c) tarafından ilham edilmiş ve daha sonrasında bizzat Efendimiz’in (asm) de tasdikinden geçtikten sonra, namaz vakitlerinde yüksek sesle okunmaya başlanmıştır. Ezandaki mânâ, elbetteki sadece kulları namaza davet değildir. Öyle olsa idi bir tek tüfek atmak kâfi gelirdi. Namaza çağırmak ezanın belki de yüzlerce hikmetinden sadece birisidir. Teşbihte hata olmasın, önümüze güzel bir yemekten, önce görüntüsü itibarı ile lezzet alırız, ardından buram buram tüten güzel kokusuyla. Sonra aldığımız her bir lokmada dilimizle lezzet alırız. Aldığımız her bir lezzet aslında Cenab-ı Hakk’ın ayrı bir esmasının tecellîsidir. Sonra o yemeği yiyerek tagaddî ederiz (gıdalanırız). O gıdalanma ile de midemiz rahatlar ve açlık hissimiz gider,  ondan da ayrı bir lezzet alırız. Ayrıca hücrelerimiz gerekli besini aldığı için izn-i İlahî ile hayatımızı sürdürmeye devam ederiz. Şimdi birisi gelse ve “Bu yemek sadece hayatın devamı içindir” dese, ne kadar divanece bir laf etmiş olur, anlarsın. Hayatın devamı yemeğin sadece “bir” hikmetidir. Nimetlerde daha binlerce hikmet ve maslahat vardır. İşte ezanda da böyle binlerce mânâ, hikmet ve maslahat vardır. Üstad Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, insanlığın yaratılışının neticesi olan tevhidin ilanı ve Cenab-ı Hakk’ın bu büyük saltanatına karşı kulluğumuzu göstermeye bir vasıta olan ezanın şu halinin yerini hiçbir şey tutamaz.

65

Ezanda söylenen “Allahuekber, Lailaheillallah” gibi zikir kelimeleri özel isim mânâsına geçmiş zikirlerdir. Yani, onların yerine koyulacak hiçbir kelime tam mânâda onları karşılayamaz. Çünkü özel isimde, lügat mânâsından ziyade, kelimenin kendisini kullanmak esastır. İsmi “Müşfik” olan birisini “Şefkatli” diyerek çağırırsanız dönüp bakmayacağı ve onun ismini tam mânâda ifade etmeyeceği gibi ezanda “Allahuekber” yerine “Allah en büyüktür” derseniz, hatta güya “Allah” lafzını da Türkçeleştirerek “tanrı uludur” derseniz, elbette Cenab-ı Hak da size nazarını teveccüh etmeyecek, siz de Allahuekber’deki kutsî mânâları ifade edememiş olacaksınız. Allah, sizin O’nu kastettiğinizi bilmediğinden değil, kendisini övecek en güzel lafızları öğrettiği halde, tenezzül etmeyip “kendi bildiğinizi okuyup” kendi lafızlarınızla gayet derece eksik mânâlı bir lafız kullandığınızdan dolayı bakmayacaktır. Hem de “Allahuekber” deki binler mânâlardan birisini dahi ifade edememiş olacaksınız. Öyle ise bu lafızların değişmeleri şer’î olarak mümkün değildir.

Hem en âmî bir adam bile böyle kelimelerin özet mânâlarını öğrenebiliyorken, hayat-ı ictimaiye içerisinde gereksiz yüzlerce meseleyi araştırıp bunlarla meşgul olan veya yüzlerce fen ilmine ait mânâları öğrenebilen bu yeni akıllı nesil için “ezanı anlamıyorlar” denilebilir mi? Hem fanî dünyaya ait fanî eğitimimiz için, işimiz için gerekli tüm ilimleri gece gündüz çalışıp öğrenirken; ahirette beş kuruş etkisi olmayan, sadece dünyevî maslahat için, kariyerimizde yabancı dilin büyük ehemmiyeti var, diye farklı farklı dilleri yıllarca çalışıp öğrenirken; muazzam mânâları içinde barındıran ve ebedî hayatımız için gerekli olan bu “hayatî ve ebedî” kelimelerin mânâlarını öğrenmemek ne kadar ‘akılsızlıktır’ elbette anlaşılır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “…öyle heriflerin tembelliklerinin hatrı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir.” 2

Bu lafızların Arapça olarak okunmaları, içerisindeki mânâları muhafaza eden mahfazalar (koruyucu kılıf) gibidir.

Maalesef bir nesil, 18 yıl boyunca (1932-1950) o nur menbaları olan lafızları, mahfazaları bozuk vaziyette dinledi. Nasıl ki bir meyvenin kabuğu soyulup bırakılırsa kararır ve zamanla da çürür, işte aynen öyle de ezanın kabuğu hükmündeki Arapça lisanı soyuldu ve bozulmaya terk edildi. Ne dinleyenler feyizlendi, ne de okuyanlar.

Ama seher vakti gelince güneş tekrar doğar bilirsin. “Her gecenin bir sabahı” olduğu gibi, 18 sene süren bu gecenin de sabahı Adnan isminde bir “kahraman” ile güne merhaba dedi. Üstad Bediüzzaman’ın “ihtar ve tavsiye” mektupları ile irşad oldu ve ilk icraatı da Ezan-ı Muhammedî’nin mahfazası olan lisan-ı Arabîyi ezana tekrar giydirmek oldu.

Evlad-ı Osmanlı ezana hasretti. Kulakları pas, kalbi yara-bere içindeydi. 18 yıldan sonra okunan o ilk ezan; ikindi ezanı… Bursa Ulu Camii… Ahali çok önemli bir ders alıyor gibi pür dikkat ve sessizce dinliyordu bu ezanı. Ezan bitmişti, ama gönüller 18 yıllık hasrete bir ezanla doyar mı hiç. İmam bir kez daha okudu ikindi ezanını. Etraftakiler donuk vaziyette, sahra çöllerinden yeni gelen ve kana kana su içenler misali kana kana dinliyorlardı okunan bu ikinci ezanı.. İmam sonra üçüncüyü okudu. Sonra dördüncüyü. Şikayet bir yana dursun “Bir daha oku!” sesleri yankılanıyordu Bursa semalarında! “Bir daha oku!”… O gün imam ikindi ezanını tam yedi kez okudu ve ellerini semaya açan ahali şöyle yalvarıyordu Cenab-ı Hakk’a:

“Bir daha ezansız bırakma bizi Allahım! Ezansız bırakma Allahım! Ezansız bırakma Allahım!”

Bu icraatı ile “Adnan”, adeta isminin lügat mânâsı ile hakikî mânâsını cem ediyordu: “Cennette hayatı ile ölümsüzlüğe ulaşan, cennette ebedî yerleşen kimse” 3 . Belki de bu icraat onu bedenen ölüme, mânen ölümsüzlüğe tebdil etmiştir. İşte bunun içindir ki Adnan Menderes-belki de sırf bu icraatından dolayı-Bediüzzaman’ın tabiri ile “İslam Kahramanı” 4 dır.  Allah bu kahramandan ebeden razı olsun. Ve bizleri bir daha ezansız bırakmasın. Amin…

 

Dipnotlar:
1- Mektubat/29.Mektup
2- Mektubat/26.Mektup
3- “Adnan” isminin lugat manası “bir yerden bir yere yerleşerek orada ikamet eden kişi” dır. Ayrıca “Cennette hayatı ile ölümsüzlüğe ulaşan, cennette ebedi yerleşen kimse” manasına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında Cennete giren bütün kullar “Adnan” olarak ta ifade edilebilir.
4- Emirdağ Lahikası, Tarihçe-i Hayat

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*