Mevsimler denildi mi, hep aklıma resim kelimesi de koşa koşa gelir. Mevsimler, resimler… Sırf kafiye olduğu için mi bilemiyorum ama, her mevsimin kendine has rengi var ya… Şu ân hangi aydasınız ve hangi renk o ayı anlatır? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… İlkbahar yeşil mi? Yok, yok; cennet rengi mi diyelim? Diyelim. Kış ölümün rengi… Karlar ki düşer düşer ağlar, diyor Cenap Şehabettin. Kefen; kar kefen’i… Kefen de beyaz olur; değil mi? Korkmayalım diye beyaz… Rahatlatır ya insanı. “Siyah kefen” deniyor geceye de. Ölümü hatırlatan her şey; insanı korkutur mu? Yoo; ne bileyim kimini korkutur; kimini rahatlatır. İnsan korku ve ümit arasında yaşar-mış. Kış korkunun adı mı? Bahar ümidin adı… Yaz neyin adı? Gölgelerin adı, tadı orada… O koyu gölgeler… Ah beni öyle bir çeker ki…
Bir ağaca yaslanıp bir kitap açmak; sonra kuş sesleri dinlemek… Hoşunuza gider mi bir desti ayran? Gölgenin hemen ötesi o çıplak ayaklarınızın yandığı ise; gölgelere daha bir kaçarsınız. Koyu gölgeler… Sonbahar hüznün rengi değil mi! Ayrılığın rengi… Taksilerin rengi bu yüzden sarı imiş! Ayrılığı anlatıyor. Taksiii! Ve binip iniyorsunuz. Hayat da böyle bir şey işte! Renginiz sararıp solar; ayrılık vakitlerinde. Kavuşmalarda cennete döner; gözleriniz, yüzünüz, saçlarınız cennet cennet dalgalanır. Uçarı bir hâl alırsınız. Bahar da uçarıdır. Ah çocukluk, gençlik eşittir bahar…
Sahi bir gün kaç mevsim? Dört, beş mevsim; değil mi? Beş mevsim mi? Dört müydü mevsimler; beş miydi? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı. Beş mevsim değil mi? Sabah; çocukluğumuz, gençliğimiz. Öğle, orta yaş. İkindi, ihtiyarlık. Akşam ve yatsı; ölüm, veda, son bakış dünyaya. Ama alıştıra alıştıra geliyor akşam ve yatsı. Yatsı birden bire olmuyor; değil mi! Önce akşama uğruyor zaman; sonra yatsı… Ölümün tam hâli değil mi? Nereden nereye geldik ha; mevsimleri konuşacaktık. Yoo; mevsimleri konuşuyoruz. Mevsim bir dilim, bölüm, sezon değil mi? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Alışmıştık, alışmıştık yaşamaya. Şairler öyle söylüyor. Alıştığımız bir şeydi yaşamak, diyor Cahit Sıtkı. Alıştığımız şeyleri terk etmek de hayata dâhil oluyor. Ayrılık da aşka dâhil, denir ya. Hayata dâhil olmayan ne var ki? Yeter ki sen müdahil olma. Yeter ki hayattan hayatı koparma.
Ben ne diyecektim? Haa; mevsimlerin farkına az varıyoruz diyecektim. Farkına varalım mevsimlerin. Gözümüzün önüne kadar gönderiliyor. Mevsimleri yaşamadan yaşıyoruz çoğu zaman, diye düşünüyorum; (çoğu zaman). Mevsimlerin; koklamak, tatmak, hevesini… Mesela Haziran meyvelerini sorsak, Temmuzun meyvelerini… Kışın bile meyve var; misal portakal (Ah çok severim, siz de seversiniz). Her mevsim tam benim sevdiğim meyveler gönderiliyor. Duyalım, duyalım renkleri. Cennet rengi değil mi; bahar! Gençliğin rengi, çocukluğun rengi… Yaz, olgunluğun rengi… İkindi ve dağların ardına dökülüp gider güneş. Akşam ve yatsı kocaman veda eder. Şu ân hangi mevsimdesin? Çocukluk? Gençlik? Aaa daha çocuğum, gencim diyorsanız; ölümün yaşı yok derler. Kış birden bire gelir. Birden bire bastırır kar. Ümitler de birden bire bastırır. Neyse; mevsimlerin kendine göre bir rengi var, kokusu var; onları okşayalım, onları duyalım yol kenarlarındaki gelincikleri, iğdeleri… Ve karlı yolların açılmışlığında; sağlı sollu bir kelebek kanadı gibi duran baharların ortasından geçerken her ân hangi mevsimde olduğumuzu düşünürken… Hangi rengin, hangi sesin bize daha çok yaklaştığını bilirken yaşamak ne güzel!
Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…
(Hafta içi her gün saat 18.00’de İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)
Ali Hakkoymaz
İlk yorumu siz yazın