HÜRRİYET AŞIĞI BİR İMAN KAHRAMANI

1878 senesinde Bitlis’in Hizan ilçesinin, İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde başlayan, 23 Mart 1960 tarihinde, taşıyla toprağıyla mübarek bir beldede, ebedî hayata yolcukla nihayete eren kutlu bir hayat hikâyesinin kahramanıdır Bediüzzaman Said Nursî. İmanı, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan bir iman kahramanının, azamî ihlâs, azamî fedakârlık, azamî sadakat, metanet, dikkat ve iktisat içinde geçen hayatı, Asr-ı Saadet’in asrımıza aksîdir adeta. “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu” dünyaya göstermek üzere Kader-i İlahî’nin inayetiyle başlayan ve son nefesine kadar inayet altında devam eden mübarek bir ömürdür bu.

Alışılmışın dışında, doğduğunda ağlamamış. Ateşîn bakışlarla, konuşmak, haykırmak istercesine etrafını süzmüş. Şefkat, merhamet dersini annesi Nuriye Hanım’dan, hikmet, nizam ve intizam dersini, babası Sofi Mirza Efendi’den almış. İfa edeceği vazifenin fıtratına yüklediği sırla, daha çocukluğunda, daima izzetini korumuş, âmirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül etmemiş. Daha dokuz yaşında iken gittiği, Tağ Köyü’ndeki Molla Mehmet Emin Efendi’nin medresesinden bu sebeple ayrılmış. Eğitimini sürdürmek için gittiği, Hizan Şeyhi’nin yaylasında, tahakküme tahammülsüzlüğü dört talebe ile geçinmemesine sebep olur.

Bu dört talebenin birleşip kendisini taciz etmeleri üzerine,  acziyetini ifade ile arkadaşlarını şikâyet etmemiş, Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretleri’ne, “Benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler” diyerek şecaatini göstermiştir.

 

İlmin haysiyetini muhafaza

Kendisinde fıtraten mevcut bulunan icat ve yenilenme fikri, mevcutla yetinmeme anlayışı ile medreselerin klasik tedris usullerine riayet etmemiş, on beş senelik dersi on beş haftada netice verebilecek,  Kur’ânî bir tefsiri; Risale-i Nur Külliyatı gibi, Kur’ân’ın manevî bir mucizesini semere verecek bir usulü benimsemiştir. Zekâ ile hıfzın ifrat derecede kendisinde toplandığı nadir bir insandır. İlmin haysiyetini muhafaza söz konusu olduğunda, hayatını hakir görmüş, muarızlarına, “Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz” diyerek,  hasımlarının ortasına atılmıştır. Sahip oldukları katılımcı sosyal hayatları sebebiyle Cumhuriyetperver karınca taifesini takdir için çorbasının tanelerini onlarla paylaşarak, şahıs merkezli bir sosyal ve içtimaî hayatı değil, cumhurun merkezde olduğu, katılımcı bir anlayışı benimsediğini ortaya koymuştur.

Bir münkeri defetmek için Bitlis Valisi’nin meclisini basmaktan çekinmemiştir. Hürriyet ve serbestiyetinin keyfî bir biçimde sınırlandırılmasını hiçbir zaman kabul etmemiş, bu halet ile dehşetli, mutlak bir istibdadın hüküm sürdüğü dönemlerde Kur’ân’ın prensiplerine zıt emir ve uygulamalara boyun eğmemiş, itaat etmemiştir.

Herkesin meşru hareketlerinde şahane serbest olacağı, İslâmî bir hürriyet anlayışının hâkim kılınmasına çalışmıştır. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” prensibi ile hayat sürmüş, “Hürriyet Kahramanı” olarak anılmayı fazlasıyla hak etmiş bir hürriyet aşığıdır o. Hint Okyanusu kadar geniş, vehbî ve kesbî bir ilim erbabı oluşuna işaretle “Bediüzzaman” lakabıyla tanınmış bir ilim ehlidir.

Hayatının sonuna dek müstağni yaşamış, “îsar” düsturu ile hareket etmiş, Allah’tan başka kimsenin minneti altına girmemiştir. Dine hizmeti mukabilinde kimseden maddî-manevî bir şey talep etmemiş, kabul etmemiş, hiç kimseden hediye, zekât, sadaka, maaş almamıştır.


Fotoğraf: Erhan Akkaya

 

Meşrutiyet-i meşruayı müdafaa

Dünyevî hiçbir zevk, keyif, mal ve servete alâka göstermemiştir. Hayatının son deminde bile bütün malvarlığı, bir eliyle kaldırıp götürebileceği, küçük bir sepete sığdıracağı hacimdedir.

İstibdadın, şeriatla bir münasebetinin olmadığını, şeriatın; tahakkümü, zulmü, her türlü keyfiliği mahvetmek üzere yeryüzüne geldiğini haykırmış, istibdadı şeriatla ilgili ve şeriatı istibdada müsait zannedenlerin karşısına dikilmiş, meşvereti esas alan, meşrutiyet-i meşruayı, cumhuriyeti, bugünkü anlayışla demokratik bir yönetim biçimini şer’i delillerle kabul etmiştir. İstibdadı, zulüm ve tahakküm olarak, meşrutiyeti ise, adalet ve şeriat olarak tarif etmiştir. Meşruiyetin kaynağının, görev, isim ve sıfatlarda değil, hukuka, şeriata uygun hareket edilmesinde olduğunu ifade etmiş, padişahın, yöneticilerin Peygamberimizin emrine, şeriata, hukuka uygun hareket etmesi halinde halife olarak kabul edileceğini, itaat edileceğini; aksine hareketle zulmeden, şeriata, hukuka aykırı hareket edenlerin padişah da olsa haydut olduklarını haykırmıştır.

İslâm’ın kaderi, ikbal ve geleceği açısından şûrayı, milletin temsilcilerinden oluşan bir meclisin hâkimiyetini temel bir şart telakki etmiştir. Meşrutiyette müsavatı, eşitliği yanlış telakki edenlere karşı, müsavatın, fazilet ve şerefte olmadığını, hukukta olduğunu, hukukta ise şah ve gedanın, bir olduğunu, kanun önünde eşitlik ilkesinin şer’i bir düzenleme olduğunu ilan etmiştir. Milletin hâkimiyetinin esas olduğunu, hükümetlerin, milletin hizmetkârı olduğunu, kaymakam ve valilerin müstebit birer reis değil, milletin ücretli hizmetkârları olduğunu ifadeyle kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinin hükümetlerin temel vazifesi olduğunu ve gayr-i müslim bile olsalar, kamu hizmetine girme konusunda bütün vatandaşların eşit haklara sahip olduklarını, bunun şeriata aykırı olmadığını açıklamıştır.

 

Dinin siyasete alet edilmesine muhalif

“Hakikat-i İslâmiye bütün siyasetlerin fevkındedir” diyen Bediüzzaman, “dinin siyasete alet ve tabî yapılmasına” bütün hayatı boyunca karşı çıkmıştır. Dinin ve mukaddesatın siyasete alet edilmesi durumunda doğacak menfî, olumsuz neticelere dikkat çekmiş ve din adına tarafgirâne siyaset yapanların dine ne denli zarar verdiklerini anlatırken de, “İsabet de etse mes’uldür” tesbiti ile dinin siyasete alet edilmesinde hiçbir maslahat görmediğini, bunun din, vatan ve millet hesabına büyük bir zarar olacağını tam bir açıklıkla ortaya koymuştur.

Cumhuriyet Türkiye’sinin temelleri atılırken, dönemin muktedirlerini dine hizmet etmeye teşvik etmiş, yapılacak işlerin ve inkılâpların meşrûiyet zemininde yapılması gerektiğini vurgulamış ve idarî maslahat için dahi olsa “an’ane-i İslamiyeye mürâat” edilmesi gerektiğini savunmuştur.

Yirmi yedi yıllık CHP yönetimi esnasında maruz bırakıldığı ağır tazyik ve baskıya, sürgün ve hapislere rağmen daima müsbet hareket etmiş, îman hizmetinden hâsıl olan kuvvetini; milyonlarla ifade edilen talebelerin ve Müslümanların ona olan hürmet ve itaatlerini kamu düzenini bozacak, asayiş ve emniyeti ihlal edecek bir tarzda asla kullanmamıştır.

Meşrutiyetin, meşveretin, demokratik, katılımcı bir yönetim anlayışının hâkim olmasının, dalga halinde toplumun her kesimine sirayet edecek bir tılsım hükmünde maddî-manevî terakkinin, gelişmenin iksiri olduğunu ifade etmiştir.

Her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı olduğunu, hâkimeyetin artık meşveret ve meşrutiyette olduğunu, hakkın, aklın, ilim ve marifettin, kanunun, efkâr-ı âmmenin, kamuoyunun, ortak aklın hâkim olacağını, bu değerlerin yüceltilmesi ve benimsenmesi ölçüsünde her alanda terakkînin sağlanacağını açıklamıştır. Hürriyetin imanın bir özelliği olduğunu, iman bağı ile Allah’a kul olan bir insanın, başkasına zillet ile kulluk etmeyeceğini, başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeyeceğini izah etmiştir.

Hürriyeti, Rahman olan Allah’ın bir hediyesi olarak telakki etmiş ve baş tacı yapmıştır.

 

 

Av. Kadir Akbaş
akbas_kadir@yahoo.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*