Sevgili okur, Kırmak Serisi’nin ikinci yazısıyla karşınızdayız.
Hatırlarsın geçen ayki başlığımız “ikonları kırmak”tı.
Bir kırmaktır gidiyoruz, kabukları, putları kırmaktır niyetimiz.
İnsanlık tarihi bir çatışmalar ve çelişkiler yumağı. Sanatın ne olduğu, neyi anlattığı, kime hitap ettiği konusunda binlerce yıldır süren bir kavga var. Kim kime ne anlatır, nasıl anlatır, neyi anlatır ya da bir şey anlatır mı birine? Sanatın bin tane tanımı var belki, ama belki en saf tanım sanatın bir tepki olduğu. İnsan, sanatkâr, çevresine veya kendisine tepki veriyor sanat yoluyla. Tepkinin niteliği neye tepki verildiğine bağlı olarak değişiyor. Sınıflandırarak, kategorize ederek, bilmediğini bildiği cinsinden tanımlayarak anlamlandıran insan zihni, tamamen yabancı olduğu, bir kutuya koyamadığı bir şeyle karşılaşınca “saçmalık” diye kestirip atabiliyor. Kimin neye tepki verdiğini anlamadığımızda da bizim için sanat bazen “ayy bu ne be, iki çizik atmış buna da sanat mı diyor” oluyor.
Sanat eserleri estetik ve fikir-düşünce boyutlarından oluşan iki boyutlu bir düzlemde bulunur. Bu düzlemi bir örnekle açıklayalım; mesela bir bardak hayâl edelim. Bardak deyince aklımıza ilk gelen imge olsun bu. Bu bardağı iki açıdan değerlendirebiliriz: ilki fonksiyonu, yani en basitinden sıvıyı taşımaya ve içmeye olanak tanıması, ikincisi formu, bir bakıma estetik değerleri. İmgelemimizde bardağı fragmanlarına ayırabilsek bile, reelde eşyanın bütün cihetleri bir bütün ihtiva eder, birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Mesela bardağın fonksiyonu herhangi bir şeyi içmeyi engelleyecek şekilde değiştirilirse görünüşü de oldukça farklılaşır. Ya da görsel etkiyi değiştirmek için formuyla oynanan bir bardağın sunduğu içme deneyimi aynı kalmaz. İnce belli çay bardağıyla fincanı kıyaslayabiliriz burada, içindeki çay aynı çay, ama bardağın sunduğu deneyim farklı işte.
Sanat eserinin estetik ve fikir boyutları görüldüğü gibi birbiriyle çok kuvvetli bir etkileşim içindedir. Maalesef ki sanata biraz bigâne kalan bizler, bu iki boyutu birlikte ele almak yerine sanatı daha estetik odaklı değerlendirmeye meyilliyiz. Düşünce boyutunu gözden kaçırabiliyoruz, ya da “şimdi bunun ne manası var ki canım?” diyebiliyoruz. Hâlbuki, o manasızlık da sanat eseri özelinde bir manaya dönüşüyor, bir düşünceye işaret ediyor. Özellikle bir şeyleri eleştiren ya da bir düşünceye tepki olarak doğan ideolojilere ait eserler, görsel açıdan daha rahatsız edici olabiliyor. Çünkü eser, haddi zatında bir karşıtlık ve olumsuzluk içeriyor zaten. Sanat eserinden tek beklentimiz estetikten ibaret olunca, bizim için tek fonksiyonu “canım göze hoş gelsin, duvara asalım parıl parıl parlasın” ise bu tip eserler bize oldukça “mânâsız” hatta bazen “çirkin” gelebiliyor.
Bizim çok sevdiğimiz İngilizce bir deyim bulunuyor; “thinking outside the box”. Türkçeye, kalıpların/sınırların dışında düşünmek, olarak aktarabileceğimiz bu deyim aslında sanatın belkemiğini oluşturan felsefedir. Sanatçı normalin dışına çıkan, gözden kaçanı yakalayan, alışılagelmişe şaşıran, sıradanı olağandışı hâline getiren kişidir. Bunu yapmak için de kendi koşullarına göre farklı yollar izler. Kimi zaman bir ayna gibi her şeyi en doğal ve yalın hâliyle anlatır, kimi zaman yumuşak ve narindir, kimi zamansa uyuyanları uyandırmak için daha haşin ve gürültülü, kaotik ve rahatsız edici olabilir. Buna dair bir kaç örneğimiz var, bakalım nasıl oluyormuş.
İsmini bebeklerin çıkardığı anlamsız seslerden alan Dadaizm, fikrimizi açıklamamız için eşsiz bir örnek. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın barbarlığına eleştiri olarak ortaya çıkan bir akım, Dadaizm. Dadaistler dünyanın bütün bu ciddiyetine ve yıkımına karşı absürt, saçma ve tesadüfî bir sanat anlayışıyla tepki veriyorlar. Ayrıca sanatta fikrin, biçim ve estetik kadar önemli olduğunu savunuyorlar. Anlayacağınız Dadaizm de kavramsal bir sanat akımı. Dada ile ilk defa sanatın ne olduğu tartışılmaya başlanıyor, bu sebeple olsa gerek mottoları “Dada, Dada karşıtıdır.” (Dada is anti-Dada.). Anlayacağınız sanatı, sanatın amacını, sanatçıyı, her şeyi, hatta kendilerini bile sorguluyorlar.
Neyse efendim, bu akımın en önemli temsilcisi Duchamp, 1917 yılında bir sergiye sanat eseri olarak üzerinde imzasının bulunduğu seri üretim porselen bir pisuvar gönderiyor. O zamanlar bu hareketi sanat camiasında büyük bir şaşkınlığa yol açıyor. İnanabiliyor musunuz, pisuvar ve sanat eseri? Oysa günümüzde birçok sanatçının fikri bu pisuvarın modern sanatın en çok iz bırakan eseri olduğu yönünde. Duchamp, bir pisuvar göndereyim de kimse gözlerini alamasın, demiyor tabiî. Bambaşka bir şeyi amaçlıyor, bir kırılmaya neden oluyor; sanatın ne olduğu, neyin sergilenebileceğini, buna kimin karar verdiğini olabilecek en etkili şekilde eleştiriyor. Pisuvar, pisuvar olmasının ötesinde, fikrî bir tartışmanın temellerini atarak sanata dâhil oluyor. Sanat, eserin estetiğinden kopartılarak sürece yayılıyor.
Sanattaki bu yaklaşım ne Dadaizm ile ne de plastik sanatlarla sınırlı değil elbette. İkinci örneğimiz edebiyattan. Edebiyatta absürt gerçeklik, kaçış edebiyatı, fantastik edebiyat, bilim- kurgu, ütopya gibi kurgu üzerinde yapılan oyunların yanında, dil kurallarıyla ve kelimelerle oynayarak “tuhaf” bir anlatı inşasıyla okurun dikkatini çeken eserler de mevcut. Yakın zamanda tanıştığımız Portekiz bir yazar var: José Saramago.
Saramago eserlerinde nokta ve virgül dışında noktalama işareti, cümle ve diyalog başları hariç büyük harf kullanmayarak oldukça kural dışı eserler ortaya koyuyor. Okurken ilk başta biraz zorluyor, rahatsız ediyor; beklediğimizi bulamamak, alışmadığımız bir tarza maruz kalmak. “Bu ne ya, ne biçim hikâye bu, bir şey anlaşılmıyor” derken şunu fark ediyoruz ki okudukça, yazar sistematik bir biçimde ihlal ettiği dil kurallarıyla hikâyenin içindeki mânâyı belirginleştiriyor aslında. Kabuklara takılan zihni sıyırıp öze ulaştırıyor. Bir diyalogda kimin konuştuğu değil, ne konuşulduğu önem kazanıyor mesela. Bir ülfeti kırdığı için zihin hikâye boyunca uyanık kalıyor, alışmadığı bir üslup çünkü, soru işareti beklerken noktayla, tırnak yerine virgülle karşılaşmak biraz sarsıyor bünyeyi. Bu da hikâyenin bütününü çok uyanık bir şekilde takip ettiriyor.
Bu örneklerin ardından bir dipnot düşmekte fayda var. Bu insanlar noktalama işaretlerini ya da klasik anlamda bir sanat eseri ortaya koymayı bilmiyor değiller. Aksine, çok sağlam temelleri olan, yetenekli ve birikimli insanlar. Sahip oldukları bu birikimi kullanarak ana akım anlayışlara tepki gösterip uzun soluklu eserler ortaya koyabiliyorlar.
Tabiî ki düşüncenin ifade biçimi eserin estetik yönünü bir hayli değiştiriyor. Aynı fikri anlatmanın milyonlarca yolu var, bu noktada ise sanatçının özgünlüğü ve bireyselliği devreye giriyor. Belki de bizim beğenilerimizi en çok etkileyen kısım da burası. Bazen ifade biçimi, görsel değerler bizi o derece itiyor ki, eserin mânâsına bile bakmaya gerek duymayabiliyoruz. Ya da basit mânâlara güzel kıyafetlerinden ötürü haddinden fazla rağbet edebiliyoruz. Bu da bizi gidilecek ‘yer’ kadar ‘yol’unda önemli olduğu kanısına götürüyor. Zamanın Bedii’nin “müsbet hareket” fikrinde bu derece musır olmasının bir hikmeti de bu olsa gerek.
Sözün özü sevgili okur, bu kadar lafı aslında sana şunları demek için ettik: Ne her önüne geleni beğen, ne her anlam veremediğine saçma etiketini yapıştır. Her eseri eser sahibinin niteliğine, fikrine bakarak değerlendir. Nasıl bir sözü anlamak için “kim demiş, kime demiş, ne zaman ne için söylemiş” gibi sorulara cevap bulmak gerekir, sanat da aynı şekilde değerlendirilir. Her şey bizim ma’lumatımızla sınırlı değildir, düşünceni kutulara hapsetme, ayağını sağlam bas, ama ufkun her daim açık olsun.
Melike Nursultan Üner
Nuriye Sultan Kostak
gencyorumsanat@gmail.com
İlk yorumu siz yazın