Risale-i Nur’un Belâgatı

Bediüzzaman Said Nursî’nin ısrarla, Risâle-i Nur’un Kur’ân’ın malı olduğunu vurgulaması, kendisinin yalnızca Kur’ân’ın mücevherat dükkânının bir dellalı olduğunu ifade etmesi, Kur’ân’dan Risale-i Nur’a uzanan mucizevî yansımaların ipuçlarını da bize vermektedir. Bu ifadeler büyük bir İslâm âlemine yakışan tevazu hâlini gözler önüne sermekle birlikte, büyük bir hakikatin de vurgusudur.  Çağımızın Kur’an’dan süzülen damlacıkları olan Risâle-i Nur, içinden çıktığı kaynağı her yönüyle yansıtmakta, Kur’ân’a adeta her yönüyle ayinedarlık yapmaktadır.

Bediüzzaman’ın tesbitiyle Kur’ân tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ibadet gibi dört temel maksadı kendine eksen yaparken, onun âyinedarı olan Risale-i Nur da aynı eksen etrafında bize seslenir. Bundan başka Kur’ân’ın eşsizliğinin ve mu’cizevîliğinin ispatı olan cezalet, i’caz, belâgat, şebabet… gibi özelliklerinin yansımalarını da Risale-i Nur’da görmek mümkündür. Bu yazıda bu yansımalardan sadece ‘belâgat’ üzerinde kısaca durulacaktır.

Belâgat… 14 asır evvel, vahşet ve bedeviyetin her hâliyle kendini gösterdiği bir coğrafyada, Arabistan’ın kumluk çöllerinden çıkan ayın on dördü gibi bir öksüzün, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi, her türlü sapkınlığı gösterecek kadar azgın bir milleti ‘tevhid’ davasıyla yola getirmesinde rol oynayan mu’cizevî kelime.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 25. Söz’de izah ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel, cahiliye döneminde belâgat o derece revaçta idi ki, onların içinde “Muallâkât- ı Seb’a” (Yedi Askı) namıyla bilinen yedi edibin kasidelerini altınla Kâbe’nin duvarlarına yazarak iftihar ediyorlardı.

Bir kabilenin beliğ bir edibi “milli kahraman” ilan edilirken, yine o ediplerin bir sözü ile iki kabile birbiriyle savaşır, yine onların bir sözüyle barışırlardı. Yunus’un “Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı”, dediği gibi söz ustalarının, büyük ediplerin söz sahibi olduğu bir meydanda, o meydanın sahipleri, az önce ‘tevhid’ davasını ilan eden Peygamberden (asm) bir mu’cize istiyorlardı.

Edebiyatın, belâgatın en gözde olduğu böyle bir zamanda, Hz. Muhammed (asm) en büyük mu’cizesini onların önüne koyuverdi: Kur’ân-ı Kerîm. Hz. Peygamber (asm) Kur’ân-ı Kerîm ile bütün Arap ediplerine meydan okuyordu. Belâgatın en geçerli akçe olduğu bir zamanda Kur’ân-ı Kerîm “bülegâ-i arabı” mukabeleye davet ediyordu. “Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, hadi onun benzeri bir sûre getirin” (Bakara, 23) fermanıyla onlara meydan okuyordu.

Az sonra ediplikleriyle övünen bütün meşhur Arap edipleri susacak, Kur’ân-ı Kerîm konuşmaya başlayacaktı. Hatta Lebid’in kızı Kâbe’nin duvarlarından babasının şiirlerini indirirken, soranlara; “Kur’ân-ı Kerîm karşısında bunların bir hükmü kalmadı” diyecekti. Keza bir bedevînin bir âyet-i kerîme karşısında secde edip, “Sen Müslüman mı oldun? diye soranlara “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ediyorum” dediği gibi…

Fotoğraf: Zehra Örnek Beşiroğlu

 

Hz. Peygamber’in (asm) en büyük mu’cizesi belâgat sahasındaydı. “Mukteza-i hâle uygun söz söyleme” sanatı olan belâgat, o günlerin en tesirli tebliğ aracı olarak cahiliye dönemini dize getiriyordu.

Ünlü yazar Sartre, “Edebiyat Nedir?” adlı eserinde “Niçin yazıyoruz?” sorusuna şu cevabı verir: “Herkesin kendine göre bir nedeni var. Şunun için sanat bir kaçıştır. Öbürü içinse bir fetih yolu.”

Yazı dünyası bu düşüncesinin izleriyle doludur. Kimileri için yazmak, gerçekten bir kaçıştır. Realiteden, toplumdan, insandan, hatta kendinden kaçış. Kimileri içinse edebiyat, birçok fethin anahtarıdır. Tahakküm altındaki ruhları çevreleyen demir zincirleri kıracak, yüz kapılı bir saraya benzeyen insan kalbinin bütün kapılarını teker teker açacak bir anahtar, bütün insanlığı hakikat yoluna sokacak bir irşad vasıtası…

Modern şehirler ve kalabalıklar içinde gitgide vahşileşen, cahiliye dönemlerinin modern hâlini yaşayan ve yaşatan insanlığın mu’cizevî seslenişlere ihtiyacı var; cahiliye döneminin kasvetli kalplerine ve ruhlarına seslenerek onları fetheden Kur’ân gibi. Risale-i Nur Kur’ân’ın bu asra uygun seslenişi olduğunu her yönüyle gösteriyor ve bunu Kur’ân’dan aldığı dersle beliğâne yapıyor.

Güzelliğe meftun, cemalperest bir fıtrata sahip, “ihtiyaçları âlemin her tarafına yayılmış, arzuları ebede kadar uzanmış…” olan insan, dünyanın ruhunu boğan keşmekeşi içinde kendisine mutluluk sözü veren modernitenin vaad ettiği yalancı cenneti aramaktan yorgun ve çaresiz bir şekilde, ıstıraplarına son verecek sesi arıyor. Risale-i Nur diri diri kızlarını toprağa gömen babaların azabını dindiren Kur’ân’ın sesini asırlar ötesinden aynı güzellikte bize taşıyor. “Kalplerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal hâlinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini”ni beliğ bir şekilde yapıyor.

Risale-i Nur söz israfı kabul edilen mübalağadan münezzeh bir şekilde belâgatin tanımı olan “mukteza-yı hâle mutabık” olarak asra ve muhatabına uygun, kalıcı, coğrafyaları ve asırları aşar tarzda söz söylemenin bütün inceliklerini gösteriyor. Mesela Birinci Söz’ün ilk cümlesinde bütün sebeplerin sükût ettiği, iman hakikatlerinin ademe, Bediüzzaman’ın da nisyana mahkûm edilmek istendiği bir zamanda kendi nefsine, “Bismillah her hayrın başıdır” diyerek seslenişi, iman dolu bir kalbin azimle yeniden fetih yoluna koyuluşunu ifade etmektedir. Bununla birlikte bu söz, Barla’yı aşarak bunalmış, sıkılmış, çaresiz kalmış bütün kalplere farklı şekillerde ışık tutmakta; onları huzurlu, sürurlu ve ferah bir yola davet etmektedir.

Muhakemat’ın başında tedenni-i milletten ciğeri yanmış bir şekilde ferya-u figan eden biçare Said’in sözleri bütün İslâm dünyasına tiryak olmaya devam etmektedir. Hutbe-i Şamiye’nin başındaki tesbitler o gün o hutbeyi dinleyen âlimlerin dikkatini celbettiği gibi bir asır sonra da hayretler içinde birçok âlimi, eserle ilgili araştırmalara sevk ediyor. Dağ ve sahralarda verilen Münazarat dersleri, o günkü ümmî, yarı ümmî muhataplarını ikna ederek dönemin en önemli meselelerine ışık tuttuğu gibi, bugünün çaresiz İslâm coğrafyasının dertlerine de derman olmaya devam ediyor. Keza Said Nursî’nin, kendisine Osmanlı ve Avrupa hakkındaki fikrini soran Şeyh Bahîd Efendi’ye verdiği, “Avrupa bir Osmanlı devletine hamiledir; günün birinde onu da doğuracak. Osmanlılar da bir Avrupa ile hamiledir, o da doğuracak.” şeklindeki beliğ cevabının ne anlama geldiği bugün de merak edilen hususlar arasındadır.

Hâsılı, sözün beliğ oluşunu ifade eden mütekellim, muhatap, maksad ve makam kriterleriyle sözün asırları aşan kalıcılığı, devamlılığı, evrensel karaktere sahip oluşu Risale-i Nur’un her satırına hâkim olarak kendini gösteriyor. Risale-i Nur asrın insanına sesleniyor, asırlara hitap ediyor ve hasta asrımızın tedavi yollarını, karanlık yolların nasıl aydınlanacağını yerelden evrensele uzanan bir dille beliğane ifade ediyor.

1 Yorum

  1. Çok güzel yazmışınız. Kaleminize sağlık. Aslında ben Risale-i Nuru kitaptan okuyunca anlamakta zorluk çekenlerdenim. Ancak bu gibi dergiler aracılığıyla Risale-i Nur’dan toplanan mânâları daha iyi anlayabiliyor, daha iyi istifade edebiliyorum. Yıl 2005 veya 6, 45 dakikalık bir okuma dersi bitmişti. Ağabeyin birisiyle ders sonu sohbet ettik. Nereyi okudun? dedi. Şurayı diye yanıtladım. Peki ne anladın diye sordu. Gerçektende aklıma birşey gelmemişti. Anladığım çok az olmakla beraber anlatacak tek kelime çıkmamıştı ağzımdan. Ancak bu gibi yazıları okuyunca Risale-i Nur’u çok daha iyi anlayabiliyor, en azından Risale-i Nur’un değerli bir eser olduğunu kavrayabiliyoruz. Binler teşekkürler ve selamlar

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*