Birkaç Mısra

Sabah… ah şükrederek çıkmak geceden…
Ayak bastığım kıyı, yeniden doğuş…
Sabah, beliren evim, bahçeler ve sen…
Henüz uyuyan dallar, havalanan kuş…

Bu sabah bilmiyorum bu kırlar nere?
Çamlardan çimenlere dökülen sükûn…
Geçen ömrümü bana söyleyen dere…
Sessizce yaşamayı öğreten koyun…

Bir yol başlıyor gibi; ümitli, rahat…
Rabbim! Bu sabah içim senle serin:
İyilik, teselliler, merhamet, şefkat…
İçimde bir sabahın, o kadar serin…

Bilinmez sevgililerle yıkanan göğüs…
İyilik… ürperişi vücutta ruhun…
İyilik… beyaz koyun, gülümseyen yüz..
Şu bahar, mavi gökler, yemyeşil sükûn…

Bu sabah gözlerimle okşadıklarım:
Her şey, bütün tabiat, ağaçlar, dere…
Ey bütün sevdiklerim ve sen ey Rabbim!
Titrek elleri öpmek, kapanmak yerlere…

Teşekkürler Ziya Osman Saba; ne güzel şeyler söylemişsin.

Haddim mi sana: “Ne güzel şeyler söylemişsin.” demek. Ey mezarlıklar şairi, ahiret şairi, ölüm şairi, iyilik şairi…

Bu şiirin adı da “İyilik”ti zaten.

Ziya Osman Saba…

Cahit Sıtkı’nın sınıf arkadaşı, sıra arkadaşı. Dünyaya çok bakmamış; belki bu yüzden “dünyalılar” da dönüp onun şiirine çok bakmamış. Bu yüzden biraz arkalarda kalmış; hakkı yenmiş bir şair olarak görüyorum.

Ümit Yaşar Oğuzcan diyor ki:
İnsan insanın kadrini bilmezmiş meğer;
Anlaşılmadı gitti mısralarım.
Çünkü insanlar benim halime güler;
Bense onlar için ağlarım.

İnsan kadri bilenler var elbette, ama burada şair sitemlenmiş: “Ben sizin için ağlıyorum; siz bana gülüyorsunuz!”

Şairlere gülerler aslında; biliyor musunuz? Çünkü “işsiz” insanlardır onlar. Amma “İÇSİZ” değiller… İçsiz kalmayalım da, işsiz kalabiliriz. Zaten bu dünya iş’lendikçe içsizlendi. Paralandıkça paralan”dı, yaralandı, savaşlandı. Ne bu!

Biraz şiir okuyun. Biraz Ziya Osman okuyun. Biraz Yunus Emre okuyun, biraz ölümlü şiirler okuyun. Hayatı çok hırpalıyoruz ha!

Neyse mısralara devam edelim mi? Edelim, edelim. Ara sıra şiir okuyor musunuz? Okuyun dedim ya! Dediğim için “okuyacaksanız…” Olsun! Dediğim için okuyun; ne olacak ki!

Behçet Necatigil ne diyor “Sevgilerde” isimli şiirinde: Kâinatın mayası ne? Mâyesi? Sermayesi? Sevgi değil mi! Evet, evet: sevgi…

Sevgi olmadan hiçbir şey tutmaz. Yoğurt mayasız tutar mı! Tutmaz. İyice mayalansın, kıvamlansın diye “kıvam arttırıcı” kullanıyorlar.

(Aman ha sahte şeylerden kaçınalım. Sahte sevgilerden… Sahte gülücükler var… Onlar zaten anlaşılır.)

Bakalım ne diyor Necatigil “Sevgilerde”de:

Sevgileri yarınlara bıraktınız:
Çekingen, tutuk, saygılı…
Bütün yakınlarınız;
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden;
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi;
Kalbinizi dolduran duygular;
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz;
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği; aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan; çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız…
Vermeye az buldunuz;
Yahut… vaktiniz olmadı.

Sevgileri yarınlara bırakıyoruz… Hayat ne idi? Hayat… “ŞİMDİ” idi değil mi! Biz dünü ve yarını “hayat” eyledik! Hayatı öldürdük! Dünü ve yarını güldürelim derken hayatı, elimizdekini öldürüyoruz, söndürüyoruz. Bir çırpıda hem de ha…

Bakmayıp görmeyerek, duymayıp bilmeyerek, yakalamayıp, tutmayıp, dokunmayıp… offff! Çok yoruyorum sizi; değil mi? Ben de çok yoruluyorum ha! Çünkü hayatsız yaşamaklar; yaşamaksız hayatlar başladı.

Ne bu; hayata karşı çekingenliğimiz, tutukluğumuz?! Biz birilerini yanlış tanıyoruz; birileri bizi yanlış tanıyor. Birileri bizi şöyle tanısın, diye roller yapmaya başladık.

En iyi rol; rol yapmamakmış oysa! Evet, bana rol yapma lütfen! Doğru/dan gel. Doğruları da yerinde söyle, zamanında söyle. Her laf her yerde söylenmez. Yoksa üzülürüm.

“Selamünaleyküm kör kadı!” diye girilir mi mahkemeye! “Hey kör adam, merhaba!” denir mi kör adama! Yani işte doğru söylüyorum, diyerek karşıdakini üzmek, yaralamak hoş mu!

Rainer Maria Rilke “Ağır Saat” şiirinde bakın, duyun neler söylüyor:

Kim ağlarsa şimdi dünyada bir yerde;
nedensiz ağlarsa dünyada;
bana ağlar.
Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin;
nedensiz gülerse geceleyin;
bana güler.
Kim giderse şimdi dünyada bir yere;
nedensiz giderse dünyada;
bana gider.
Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde;
sebepsiz ölürse dünyada;
bana bakar.

Bir insanın bütün insanlarla hâlleşmesine, dilleşmesine bir örnek olarak düşünebilir miyiz? Düşünelim. Evet, düşünebiliriz. Dünyada yalnız yaşamıyoruz; birileri, birileri için ölüyor; birileri birileri için gülüyor; birileri, birileri için ağlıyor; birileri birileri için yürüyor.

Evet, bakalım; bir şiire daha dokunalım, şiir de bize dokunsun. Yüreğimize dokun’sun, yüreğimiz de doku’nsun. Dokunmadığımız hayat olabilir mi?! Hissetmediğimiz?! Şart değil elimizle dokunmamız; o hissetmemiz var ya… İlgileniyor olmamız… Ordayım, seninleyim demek var ya… Diyemediğini demeye çalışmak var ya… İşte hayat böyle böyle şeyler olsa gerek…

Bir mısra yolculuğu daha yapalım haydi. Beni ağlatan şiirlerden… Yine Ziya Osman’ın:

Düşümde

Düşümde gördüm Cahit’i.
Banka gibi bir yer…
Aynı servise verilmişiz.
Yolumu gözler.
Baktım ki toplamış memurlarını,
Nutuk çekmede şefimiz…
El edip geçecektim yerime;
Sessiz.
Cahit bu; dayanamadı; boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı.
Bense; uyandıktan sonra…

(Sevgi böyle bir şey; işte…)

Ziya Osman’ın “Geçen Zaman” ve “Nefes Almak” diye iki şiir kitabı var. Bu kitaplar birleştirilerek basılmış. Ha, şu mısralar şiire, hakikate ters düşüyor diyeceklerim de çıkabilir; tek tek incelesem. Fakat içinde özellikle onaylamadığım bir şiiri de var. Sanatı zorlayan şiirleri, çalışmaları sanat dışına koyuyorum. O da bana kalsın… Şu şiiri de içimizden okuyabiliriz:

Geçmiş Zaman

Hiç olmazsa unutmamak isterdim:
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar…
Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli uysal çocukluğum…
Ah, ümit dolu gençliğim,
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgim…
Doğduğum ev…
Rahatlayacak içim duysam;
Bir tek kapının sesini.
Arıyorum aklımda bir ninni bestesini.
Böyle uzaklaşmayın benden; yaşadığım günler!
Güneş, getir bir bayram sabahını!
Açılın, açılın tekrar;
Çocuk dizlerimdeki yaralar!
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar…
Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum:
Rengine doymadığım o sema…
Ahengine kanmadığım ırmak…
Bırakıp her şeyi nereye gidiyorum?
Neler geçmişti aklımdan?
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm?
Ah nasıldı yaşamak?

Bu nasıl bir hayıflanış?! Duyuyor musunuz? Ahh, nasıldı yaşamak?! Neler yaşamışım ben, diyor. Bunları yaşamış mıyım, diyor. Bırakıp her şeyi sonsuz âleme gidiyoruz, Ziya Osman… O da biliyor. Yine de soruyor. Dünyayı birden terk edeceğimizi demek için yazmış olmalı o mısrayı. Ayrılık acısını duymuş; duyurmaya çalışmış.

“Dur/uş” yok ya hayatta; hep ayrılıp çekip gidiyoruz; bir duruş yok! Dur/uş’u olmayan bir hayatta bir “duruş”umuz olsun ama!

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle:

Allah’a ısmarladık…

 

 

(Hafta içi her gün saat 16.30’da, tekrarı 21.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*