Linç Kültürü ve Kur’ân Ahlâkı

Einstein, “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” demiş. Haklı. Zira eşyanın, yaratılıştan emr-i İlâhîye inkıyadı var; ama insan öyle değil!

İnsan mütemerriddir, nankördür, cahildir, zalûmdur… İmtihanı gereği Yaratıcı Kudret bu özellikleri hâiz olarak yaratmış insanı.

Bildiğini okuma eğilimindedir insan. Garaz damarıyla zulmetme eğilimindedir. Azıcık bir kusurla nice hasenatı mahkûm etme meylindedir. Birisinin günahını, onun yakınlarına ve taraftarlarına da teşmil etmeye hazırdır.

İşte bu eğilimlerindendir ki, insan için “Çok cahil ve çok zalimdir”1 diyen Kur’ân, yine onun yanlış basmaması adına da “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez; birisinin günahı ve hatasıyla başkaları, onun yakınları veya onunla alâkadar olanlar mes’ul olmaz”2 da der.

Bu ikazıyla, toplum içinde bir çırpıda yapılıveren “etiketleme, yaftalama” hareketlerinden de men etmiş olur Kur’ân. “Zulmetmeyin!” der. “Günahı, hatayı, yanlışı onu işleyene verin” der. Öte yandan hata yapana “tevbe” kapısını açık tutarak da, “hatadan dönme” fırsatının her zaman var olduğunu hatırlatır.

Böylelikle Kur’ân, kendisinin tanıdığı hakkı, keyfince birilerinden esirgeyen insanı ikaz eder. Rahmet ve adalet-i İlâhiyeyi aşmamak ve taşmamak için, haddini bildirir insana.

Son zamanlarda toplumda, fikrî anlamda “linç etme” eğilimi de arttı maalesef. Bu, Kur’ân ve Sünnet ahlâkından ne derece uzaklaşıldığının da göstergesi. Zira linç girişimi, “yargılamadan cezalandırmak”tır, haddi aşmaktır, adaleti yaralamak, hukuku hiçe saymaktır. Oysa herkesin “âdil yargılanma” hakkı vardır.

Kur’ân ve Sünnet ahlâkı bize “adalet-i mahzayı” (tam adaleti) emreder. “Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz; hak haktır”3 der.  Yüz zalim içerisindeki tek bir masumun hakkı korunası olduğu gibi, yüz cani sıfat içerisindeki tek bir güzel sıfat ve haslet dahi hürmet edilesidir Kur’ân’ın nazarında.

Bir insan veyahut bir grup, yüzde doksan dokuz olarak bizim fikirlerimizle uyuşmuyor, fakat yüzde bir de olsa teslim edilesi bir hak, hürmet edilesi bir sıfat taşıyorsa, mü’min onu görmezden gelemez. Hüküm ve yargılamalarında onu yok sayamaz. O masum sıfatı veya o hakkı da diğer fenalıkların içine katarak mahkûm ederse, hakka ve hakikate zulmetmiş olur.

O halde bütün bu ölçüler, toplum olarak nicedir kolaycılığa kaçıp, ön yargılar içerisinde “etiketleme, yaftalama, linç etme” eğilimleriyle kutuplaşmaya hizmet eden yanlarımıza bir merhem olmalı değil mi? Farklı ideolojilere sahip, A Partisi, B Partisi taraftarı diye bir çırpıda ötekileştirdiklerimizi, yaftalayıp da hemencecik kategorize ettiklerimizi “teslim edilesi haklar, hürmet edilesi sıfatlar” açısından yeniden gözden geçirmemize sebep olmalı değil mi?

Şunu da unutmamak gerekiyor: Müslümanlar farklı siyasî görüşlere sahip olabilirler. Siyasî görüş asla din değildir, dinle eş değer değildir. Siyasî gruplar ülkeye, halka hizmet etmek için vardır. Din, vatan, bayrak gibi ortak değerler üzerinden siyaset yapmak ve toplumu bu siyasî görüşler üzerinden kamplara ayırmak bir ülke ve millet için en büyük tehlikelerden biridir. Buna asla fırsat verilmemeli.

Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Sünnet’ten süzerek Uhuvvet Risalesi’nde ve “müsbet milliyet” anlayışının nasıl olması gerektiğini izah ettiği bölümlerde hatırlattığı ölçülere kulak vermeli:

“Hàlıkımız bir, Râzıkımız bir, Mâlikimiz bir… bine kadar bir bir…”

“Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir… yüze kadar bir bir…”

“Sonra devletimiz bir, vatanımız bir… ona kadar bir bir…”

Bu kadar “bir birler” bizi birbirimize bağlamaya, farklılıklarımızı da zenginlik veya müsamaha ile bakılabilecek ve üzerinde nizâya değil, en fazla müzakereye sebep olabilecek realiteler olarak görmeye kâfi gelmeli değil mi?

Hatta yine Bediüzzaman’ın “Hakikî unsuriyete [ırka] değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir”4 genişliğindeki ölçüsünü de millet olarak özümsemeye ihtiyacımız var. Nihayetinde, aynı dinden veya aynı dilden veyahut da aynı vatandan olmadığımız hâlde diğer açılardan ortaklıklarımız olanlarla barış ve birlik içerisinde yaşamak, “İnsanlar; ya dinde kardeşin, ya da hilkatte eşindir” (Hz. Ali) anlayışına sahip bir medeniyetin insanları için elbette zor olmasa gerek.

 

 

Dİpnotlar:

1) Ahzab Suresi: 72. ayet.
2) Necm Suresi: 38. ayet; Meal için bkz: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası
3) Bediüzzaman, Mektubat, (Mâide Suresi: 32. ayetin tefsiri)
4) Bediüzzaman, Mektubat, Yirmi Altıncı Mektub

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*