“Nasılsın?” oldu bugün kafamda yankılanan müşkül sual.
Aklım, ruhum ve kalbim ruh hâlimi beyan eden, geçiştirmelik bir cevaba şiddetle karşı çıkıyordu.
Ve merakım şiddetlenip git gide tahrik oldu. Sahiden nasıldım?
Bugün mütevekkil miydim? Muhlis miydim? Cenab-ı Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden mutî bir abd miydim? Nasıldım O Zât-ı Zülcelâl’in nazarında? Huzuruna bugün alınsam hâlim niceydi?
Evvela, ben kimdim? Nasıl olmak bana yakışırdı? En geniş açıdan bakılınca zîhayat bir mahlûktum. Mahlûkiyetimin içinde insandım. Zîakıldım ve sırf bu yüzden O Kadir-i Zülcelal’e muhataptım. Yani ben 20 yılı aşkın bir ömrü geride bırakmış gafil bir adam, öte yandan eşref-i mahlûkat olan insan nev’inin bir ferdiydim.
Peki, neydi bu kusurlarım? Yarım kalmış niyetlerim? Ruhumun can çekişleri neydi? Bunlar da meseleye dâhil miydi? Derken merakım kanıma karıştı, tüylerim diken diken oldu, gözlerime bir başka gözüktü her şey, belki bir ân-ı seyyaleye mahsus olsa da epey tesirli oldu birçok cihetten.
Kim olduğumu az çok kestirdikten sonra bana bu kimliğin neden verildiği sorusunu bir çıkış yolu telakki edip peşine takıldım.
Evet ben, her cemâl ve kemâl sahibinin kendi cemâl ve kemâlini görmek istediği gibi, mutlak cemâl ve kemâl sahibi olan Rabbimin kendisini tanıttırmak için bir meşher kurup, kendini bu vesileyle tanımakla vazifelendirdiği bir kuluydum. Bütün bu özellikler de bana bu vazifeyi ifa etmek için verilmişti. Beni mümtaz yapan buydu.
Enaniyet, akıl ve bunca letâif bana O’nu tanımak ve O’nu sevmek ve ahkâm olarak bildirdiklerine riayet etmem için benliğime derc edilmişti.
Peki, tüm bu cevaplar meseleyi kökünden mi hallediyordu? Bu sualle de uzun uzadıya boğuştum. Diğerlerinde olduğu gibi yine Üstadıma müracaat ettim. Gördüm ki beni kulluğa programlı günahsız meleklerden, bal yapmaya programlı arılardan ve hiçbir iradesi bulunmayan diğer mahlûklardan ayıran, cüz’î de olsa binde birlik bir seçme hakkım vardı. Tüm şartlar hazır edilirdi, her şey tastamam olurdu ve ben bir tercih, bir ricada bulunurdum. O da hikmetinin muktezasınca ve irade ettiği şekilde onu bana verirdi. Bunca sonsuz nimeti hazır önümde bulunduran Zât’tan “hayır” istemek, elbette onun lütfundan, her şeye rağmen “şerri” irade etmekse elbette benim ahmak nefsimdendir.
Dönüp dolaşıp yine aynı sualle karşılaştım. Kalbime, aklıma, ruhuma sordum ve cevaptan memnun kalmadım. İyi bir vaziyette bulamadım kendimi. Çıkış yolu aradım. Bir adımla kat edilen upuzun bir menzil gördüm. Bir hamleyle açılan, galaksi büyüklüğündeki bir kapıdan geçmek gerekliydi. Varlığı her kalpte mevcut bir anahtar lâzımdı. Ve bana yalnız olmadığımı hatırlatan bir hece: Af…
İlk yorumu siz yazın