İnsanın en çok sevdiği şey hayat. Belki farklı şekillerde, ama her daim ön planda olan, bastırılması en mümkün olmayan arzu hayatta kalmak. Kafatasımızın içinde taşıdığımız kıvrım kıvrım pembe-gri organın ilginç ve muazzam bir çalışma tarzı var. Kontrolümüzün dışında, kendi bildiği şekilde işleyen bu jölenin vazifesi hayatı muhafaza etmek ve daha kolay kılmak. Gösterdiğimiz bütün davranış biçimlerinin, şu ya da bu şekilde bu gayeyle doğrudan ilişkisi var. Ön yargılar, stereotipler ve genellemeler de dâhil.
Kafa karışıklığını önlemek ve hepimizin aynı şeyi anladığından emin olmak adına önce bir kavramları tanımlayalım. Stereotip, bir grup hakkında kalıplaşmış ve genellenmiş yargılara verilen isim.1 Ön yargı, bir kimse yahut şey hakkında bazı olay veya görüşlere dayanılarak iyice bilgi edinilmeden verilen hükme2 verilen ad. Stereotipler, ön yargılar ve genellemeler, aslında ciddi bir amaca hizmet ediyorlar ve varlıkları sandığımızın aksine kötü değil. Neden kötü olmadıklarını anlamak için insan beyninin temel işleyişine bir göz atalım.
Hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren, istatistiksel öğrenme dediğimiz bir yöntemle etrafımız hakkında bilgi toplarız. Bu öğrenme biçiminde, beynimiz giren veriyi daha önceden gelen tecrübelerle oluşturulmuş kategorilere dâhil eder. Bu ekonomik ve hızlı bir öğrenme biçimidir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, önünüze köpek, elma ve sandalye resimleri konulduğunu düşünün. Daha önce karşılaşmadığınız cinste birer köpek, elma ve sandalye bile olsalar, onları tanımlamakta ve köpeği hayvan, elmayı meyve, sandalyeyi mobilya kategorisine sokmakta zorlanmazsınız. Basit gibi gelebilir, ancak günlük hayatta durmaksızın karşılaştığımız sayısız yeni uyaran düşünüldüğünde bu yetenek bizi çok büyük bir enerji sarfiyatından kurtarır.
Dahası, bu kategoriler ve stereotipler sayesinde isabetli tahminlerde bulunur ve her seferinde bir şeyleri yeni baştan öğrenmek zorunda kalmayız. Mesela yeni bir şehre gittiğinizi düşünün. Az çok bütün şehirlerin yerleşim şekli birbirine benzer ve siz daha önceki bilgilerinizi kullanarak tahminde bulunup daha az vakit kaybıyla yolunuzu bulabilirsiniz.
Buraya kadar her şey güzel, genellemeler ve stereotipler hayatımızı kurtarıyor. Peki, sorun nerede? Sorun, farkında olmadan işleyen bu mekanizmayı insanlar üzerinde kullandığımızda başlıyor. Objeler gibi insanları da kategorize ediyor ve genelliyoruz. Stereotipler ve ön yargılarla sınırlıyoruz. Stereotipler ve genellemeler, ancak doğru bilgilere dayanarak kuruldukları zaman geçerli ve faydalıdırlar. Fakat insanlar hakkında kurduğumuz stereotipler çoğunlukla ön yargılara, sınırlı ve taraflı bilgilere dayanır.
İnsan dışındaki varlıklarda güzel güzel işleyen sistemimizin, iş kendi türümüze gelince karışıp çuvallaması ilginçtir. Elma, köpek ve sandalyeyi kategorize etmek için çok fazla bilgiye ihtiyacımız yok, ancak ne insanlar, ne de insanlarla kurduğumuz ilişki, elma, köpek veya sandalye kadar basit değil. İki önemli noktaya değinmek gerekir burada. Birincisi Sosyal Psikoloji’nin incelediği grup dinamikleri, ikincisi ise Freud’un “Ego kendi evinin sahibi değildir” sözü.
Grup dinamiklerini iki ayrı başlıkta inceleyebiliriz.
Biri grup içi (in-group) diğeri grup dışı (out-group) dinamikler. Stereotipler ve ön yargılar, başkasına, yabancı olana, yani grup dışına karşı geliştirdiğimiz bir davranış ve düşünce biçimidir. Grup kavramımız kişiye ve bağlama bağlı olarak değişkenlik gösterir. Cinsiyet, meslek, din, yaş, mezhep, cemaat, memleket, takım vs. herhangi biri veya birkaçı birden olabilir. Grubun ne olduğu önemli değil, her durumda grup içine ve dışına karşı davranışlarımız benzerdir. Yabancı olanla, bizim grubumuzun dışında olan gruplarla temasımızın sınırlı oluşu çoğunlukla eksik ve yanlış bilgiler edinmemize sebep olur. Mesela Şanlıurfa hakkında bildiğiniz tek şey çiğ köfte ve isottan ibaretse, tanıştığınız bütün Urfalıların acıyı çok sevdiğini ve üç öğün çiğ köfte yediğini düşünebilirsiniz. Örnek komik ve zararsız görünebilir, hatta oldukça pozitif stereotipler de mevcuttur, ancak her zaman iş böyle değil. Tüm Kürtlerin terörist, tüm köylülerin cahil, tüm kadınların alışveriş delisi olması gibi insanların hayatlarını zorlaştıran ve karartan çok sayıda genelleme ve stereotip örneği bulmak mümkün.3 İnsanları ait oldukları gruplara göre yargılamak, pek ahlâkî bir yaklaşım da değil.4
Dahası, “Aman canım, bana ne diğer insanların ne düşündüğünden!” gibi bir söylem, stereotipler karşısında etkisizdir. İnsanlar ait oldukları grup hakkındaki stereotiplerden etkilenir. 1999’da Asyalı-Amerikan kadın öğrencilerle yapılan bir deneyde, zor bir matematik testine tabi tutulacak öğrenciler iki gruba ayrılıyor. Testten önce bir gruptan cinsiyetleriyle, diğer gruptan ise etnik kökenleriyle alâkalı bir anket doldurmaları isteniyor. Gruplar arasında bir seviye farkı olmamasına rağmen, cinsiyetleriyle alâkalı sorulara tabi tutulan grup, etnik kökenleriyle alâkalı sorulara tabi tutulan gruba göre daha düşük ortalama yapıyor. Sebep aslında “kadınlar matematikte iyi değildir” stereotipiyle “Asyalılar matematikte iyidir” stereotipinin öğrencilerin performansı üzerindeki etkisi.5 Stereotipler insanlar üzerinde bir anksiyete oluşturuyor. Cinsiyetiyle ilgili sorulara maruz kalan kadın öğrencinin zihninde ister istemez diğerleri tarafından düşünülen “kadınlar matematikte iyi değildir” stereotipi uyanıp bir baskı unsuru oluyor. Etnik kökenle ilgili stereotip bu örnekte pozitif bir katkı sağlasa da stereotiplerin olumsuz etkileri çok daha fazla.
Bu kısma burada bir virgül atıp, ikinci noktaya geçelim. “Ego kendi evinin sahibi değildir” der Freud, ilginç bir söylemdir bu. Cümleyi biraz orijinal bağlamının dışına çıkartarak ele alacağım. Ego’yu benlik olarak alalım burada ya da şuur gibi. Ne demek, benliğin/ şuurun kendi evinin sahibi olmaması? Biraz ağır bir ifade farkındayım. İnsan bu kontrolsüzlük hissinden pek hoşlanmıyor. Yazının başında söylediğim gibi, kafatasımızın içinde taşıdığımız şu pembe-gri kıvrım kıvrım organın kendine has bir işleyişi var ve diğer tüm iç organlarımız gibi o da kontrolümüzün dışında. Bizi kendi beynimizin kıvrımlarına hapsedecek kadar da kuvvetli üstelik. -İşte irade dediğimiz kavramın da neden özgür değil de cüz’i olarak tanımlandığı biraz daha netleşiyor bunu bilince benim dünyamda-. Tabiî bu demek değil ki elimizde hiçbir şey yok, kontrol etmemiz mümkün değil, böyle geldik, böyle gideceğiz. Zaten bunlardan tamamen kurtulmamız da gerekmiyor. Anahtar kelimemiz, farkındalık. En nihayetinde ön yargılarımızın, stereotiplerimizin, genellemelerimizin büyük kısmını farkında olmadan yapıyoruz. Kişi kendini ne kadar iyi tanır, sınırlarını, limitlerini ne kadar bilirse, ilişkilerinde bunlardan arınması ve kendi sınırlarının esiri olmaktan kurtulması o kadar kolaylaşır.
İkinci ve üçüncü anahtar kelimelerimizse ferdiyet ve iletişim. Dedik ya, tüm bu stereotipleri biz yabancılara karşı kuruyoruz. Sıkıntı, kendi grubumuzu ferd ferd görürken, diğer grupları kitleler olarak görmemiz. Bu durumda genelleme yapmamız kolaylaşıyor. Hâlbuki diğer grupların da fertlerden oluştuğunun farkına vardığımızda, genellemelerimizin eksikliğini ve yanlışlığını daha net görmeye başlıyoruz. Bu da iletişim kurmakla oluyor. Ön yargıları kırmanın, genellemeleri aşmanın yolu çok basit aslında. Tahmin yürütmek, niyet okumak yerine sorduğumuz, bağırmak yerine dinlediğimiz anda yıkılıyorlar. Ferdiyet konusunda da Stalin’in şu sözünü hatırlamak, kitle olarak ve ferd olarak düşünmek arasındaki farkı yeterince açıklayacaktır diye düşünüyorum: “Bir kişinin ölümü trajedidir, bir milyon kişinin ölümü ise istatistik.”
Şöyle bir toparlayacak olursak, tüm davranış biçimlerimiz kendi vazifelerinde değerli ve önemliler. İş, kendimizi bilmekte, her cihazı kendi vazifesinde kullanmakta, kendi zihnimizin kıvrımlarında kaybolmayıp, heyecanla keşfedebilmekte. Okumakta, dinlemekte, farkında olmakta. Çünkü Julio Cortazar’ın dediği gibi: “Anlamak bizi değiştirir. O andan itibaren bir dakika önce olduğumuz kişi değilizdir artık; sonsuza dek değişmişizdir.”
Dipnotlar:
İlk yorumu siz yazın