En sevdiğim mevsimi en sevdiğim şehirde yaşarken, İstanbul’un güzelim semtlerinde dolaşırken, yolumu uzattığını bildiğim hâlde Eminönü’ndeki yeni vapurlara inat eski Karaköy vapurlarına binerken hayâlime gelen şeyleri niçin yazıya dökmüyorum, dedim bu ay. Sizlerle de benzer düşünceleri paylaştığımızı tahmin ederek tabiî ki.
Geçenlerde, uzun zamandır okumak niyetinde olduğum George Orwell’in 1984’üne başlamak istedim. Ama her gün Beyazıt’tan, Fatih’ten, Üsküdar’dan geçince, bir eski İstanbul konağına denk gelince, üstüne bir de sonbaharın o büyülü havası eklenince; biraz dönem tahlilleri yapan kitaplara gömülmek, sanki o zamanlarda yaşıyormuşçasına hayâllere dalmak istiyor insanın canı. Bu nedenle ben de Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanına başladım. Kısaca bahsetmek gerekirse, Tanzimat’tan itibaren başlayan Batılılaşma hareketinin Türk halkına olan tesirinden bahsediyor roman. Daha ilk sayfada “Veznecilere kadar beraber yürüdüler” cümlesini görünce pek mutlu oldum. O zamanlardaki iki katlı evlerden, baba-kız arasındaki o güzel muhaverelerden, saz çalma toplantılarından ve Fatih’ten kalkıp Harbiye’ye ulaşan trenden uzun uzun bahsediliyor kitapta. Sohbetler, alışkanlıklar, giyim kuşam o kadar farklı ki… Her ne kadar Batılılaşmanın etkilerinden bahsedilse de, her şey şimdikinden çok uzak. Annemle sohbet ederken, “Evlerin tek katlı olmaması bile bence bir edep göstergesi, daima gelecek kalabalık misafirler düşünülmüş, haremlik-selamlık göz ardı edilmemiş” dedim, o da tasdik etti. Dönemin sosyal durumu, siyasî yapısı gibi unsurlar, yazılan romanlara büyük ölçüde tesir edermiş, buna da o dönemin zihniyeti denirmiş. Ben de eskiye âşık bir insan olarak, bayılıyorum o zamanın zihniyetini okumaya. Fakat hemen ardından içime şöyle bir endişe geliyor: Ya bizim zamanımızın zihniyeti ne olacak?
Yarım asır sonra bu zaman hakkında yazılmış romanlarda neler yazacak acaba, diye düşününce, “Birlikte bir kafede oturup Wi-Fi şifresi sordular”, “O gün bol bol snap atmışlardı”, “30 daireli bir binada komşularının adını bile bilmezlerdi”, “O gün işten çıkınca Marmaray’la karşıya geçmenin keyfini sürdüler” falan mı olacak? Yanlış anlaşılmayayım, ‘devir çok değişti, teknoloji bizi böyle yaptı’cılardan değilim. Devir elbette değişecek, alışkanlıklar, hayat tarzları elbette buna göre şekil alacak. Peki, olması gereken bu değişim, sahip olduğumuz bu kadar güzel, anlamlı değerlerimizi yok etmek; böylesi kuvvetli bir dilimiz varken, eski Türkçe’den bir kelime kullanınca kimsenin anlamayacağı hâle gelmek; güzelim boğazı seyrederken(!) elimizden bir saniye olsun telefonlarımızı düşürmemek mi? Bence böyle olmamalı. Yeniliklere ayak uydurmaya çalışırken, edebiyatımıza konu olmuş; kültürümüzü, adab kurallarını, dilimizi bir kenara atmayalım, diye düşünüyorum. O zaman okuduğumuz kitaptan aldığımız lezzetin daha fazla olacağına inanıyorum. Bir eski dönem eserine bakınca, sanki yabancı bir kültürü okuyormuşçasına “Ah, keşke şimdi de böyle olsaydı” demek yerine, o kültürü, o edebî tekrardan canlandırabileceğimizi düşünüyorum. Ne dersiniz?
Fazla yararlı olduğunu düşündüğüm bu yazınız, benim de üstünde epey düşünüdüğüm bir konuyu ele almış.Fikirleriniz akla yatkın.
Neden olmasın?
Allah razı olsun..